31 Ağustos 2010 Salı

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #3

Okumak Üzerine
"Cebinizde, çantanızda bir kitap taşımak, özellikle mutsuzluk zamanlarında cebinizde, çantanızda sizi mutlu edecek bir öteki dünya taşımak demektir." (s. 209)

29 Ağustos 2010 Pazar

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #2

"Her akşam uykudan önce yatağa iki büklüm kıvrılıp yorganı üzerime çekince, yalnızlık ile rüyalar, hayatın güzelliği ile acımasızlığı arasında gezinen tatlı ve korkutucu bir duygu beni sarar ve çocukluğumda dinlediğim, okuduğum masalların, korkutucu hikâyelerin ürpertisini hissederdim." (s. 13)

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat


"Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelirdi bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakaleme bağlılığımı bilir, ama gene de 'Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!' diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim." (s. 12)

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Ne Kitapsız Ne Kedisiz #3

Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üzerine
"Çocukluğundan beri bir oyunu oynar: Gözetlenme oyununu. Önceleri belki bir suçluluk duygusuydu bu: Kendisine dikilen göz. Tanrının, anasının, büyüklerden birinin, sevmediği birinin gözü olur, kınardı o anda yaptığını. Adı konmadan yaşanırdı bu suçluluk. Şimdi ise gerçekten bir oyun: Kimi dakikayı, 'bakan, gören varmış gibi yaşamak'... Ancak bizim baktığımız kadar bize bakıldığı, gördüğümüz kadar görüldüğümüz yanılgısından, geç, güç sıyrılıyoruz. Bizim bir çift gözümüze karışılık sayısız çift göz almaktadır çevremizi. Bu gözler, sandığımızdan çok daha sık ilişir bize. Ne ki, Karasu'nun oynadığı oyunda, gözler, artık, yapılmakta olan işi kınayacak gözler değildir; yapılmakta olan iş, 'kınanacak bir iş' değildir zaten... Karasu kendi kendine bir şeyler anlatır, gözetlenme oyunu da o sıra oynanır. Bakan göz, o anlatılanı dinlemektedir. Nasıl gözse!.." (s. 86)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz #2

Cinayetin Azı Çoğu
"İnsanlar, şehirlerinde rahat etmek için dirim ortaklarını teker teker yok etmenin ne kadar ilkel bir 'çözüm' olduğunu, iş işten geçmeden anlayabilecekler mi? (Pencereyi gölgede mi bırakıyor? Kökler betona mı dayandı? Ağaçlar kesiliverilir. Kuduz tehlikesi artar gibi mi? Kediler köpekler fırında yakılıverilir.) Karşıdan bakanlar için şehir yaşamı bir 'kolaylıklar cenneti'dir; şehirliler, zahmetsizliğin ancak zahmetle elde edilebileceğini unutuyor mu? Öldürmekten, yok etmekten azıcı daha zahmetli çıkar yollar aramamak, uygarlığın övüncü haline mi gelecek?" (s. 52)

"Çocukların onların [hayvanların] bu yeryüzündeki ortaklarımız (yalnız doygu ortağı değil, çıkar ortağı da) olduklarını öğreteceğimize, eskinin umacıları yerine koyuyor, kendilerinden korkulacak canavarlar diye gösteriyoruz onları. Her kuşak bu 'temel' korkuyu bir sonrakine de aktarıyor. Onları sevmekle kazanılabilecek dostluğu öğreteceğimize çocuk kafalarında düşmanlıklar yaratıyoruz. Daha kötüsü, gücümüzü onlara karşı kullanmağı, ucuz, kolay üstünlükler yaşamağı pek küçük yaşta öğreniyor, öğretiyoruz. Kediden köpekten korkulur; kovmakla da kalınmaz, çığlıklar atılır (bu düşmanlık karşısında kendini koruma içgüdüsünün hâlâ sürüp gitmesine de edilmedik laf bırakılmaz!); canlıların bu yeryüzündeki dengesinden habersiz insanlar karşısında, cırnağı ile dişinden başka silahı olmayan'parya'lar yaratılır. Sonra bunlar, şu ya da bu biçimde, öldürülüverir." (s. 53)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz

Yeni Dediğimiz Üzerine
"Kimi alanda (örneğin, bilimsel araştırmanın günlük yaşama sızıp ulaşabildiği alanı düşünelim) böyle bir yenilik sanki hep beklenmektedir. ; İster tıp ister iletişim teknolojileri söz konusu olsun, bu yeniliği yadırgayanlar, bu yenilikten tedirgin olanlar -ayrı ayrı kişi ya da çevreler de olsa, ayrı ayrı nedenlerden de olsa- seyrek görülür. Buna karşılık düşünce alanında, sanat alanında böyle bir yenilik tartışılır. Eleştirilir, övülür, yerilir. Kimi durumda da, sınırlı ölçüde (övenlerle ya da yerenlerle bir karşıtlık içinde) bilmezlikten gelinir. İster övülsün, ister yerilsin (ister bilmezden gelinsin, bile diyebiliriz sanırım) yenilik -en azından- tanınmaktadır. Bilinebildiğine, tanınabildiğine bakılırsa, bu yeni varolan ölçütlerin yardımıyla sezilebildiği, bildiklerinin yardımıyla bilmedik bir şey olduğuna karar verilebildiği için, yeni diye görülebilmektedir. Düzenin içinde yeri yoktur ama bir yer tutacağını belli etmekte, bu yerin hazırlanmasını, ayrılmasını, yaratılmasını beklemektedir." (s. 41)

Tanpınar'ın Mektupları #2

"Bizler çocukluğu bedbaht geçtiği için hayatına ve etrafına küskün yaşayan, eşya ile dahi barışamayan bîçarelere benziyoruz. Bu zihnî gerginlikten, inkâr ve hiddetten, dargınlıktan nasıl kurtulacağız?" (s. 139)

Tanpınar'ın Mektupları

"Üç gün evvel, Léon Daudet'nin Goethe için yazdığı kitabı okuyordum. Okurken içimde muttasıl bir düşünce, daha doğrusu yedi başlı bir yılan vardı: Muttasıl, bir türlü çalışmaya karar veremeden, bir türlü buna imkân bulmadan geçen şair ve edebiyat adamı hayatımı düşündüm. Kendimi hakikaten ne ile teselli edebilirim? Fakat ayrıca bir şey daha var:
Fikrin bendeki kıtlığı; bu kadar, düşüncenin az ziyaret ettiği bir kafa neye yarayabilir? Fransa'da sade benim gibi en aşağı 20 milyon okuyucu olduğunu kabul et, meseleyi kendiliğinden hâlledersin.
Bu kadar sathî oluşuma sebep ne? Bilir misin, öldürücü bir şey bunları düşünmek. Yemek olacağım yerde sofrada kaşık, filân gibi bir şey oldum. Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır. Goethe benim iki manzumeyi yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde 3-4 eser
hem de bütün Avrupa'yı birden sarsan 3-4 eser yazıyordu. Çalışmak... Yarabbim, bu şifayı bana ne vakit göndereceksin?" (s. 39)

19 Ağustos 2010 Perşembe

Benim Adım Kırmızı #5

"Harika bir at resmi çizerken o harika at olurum ben." (Bana Zeytin Derler)

"Harika bir at resmini nakşederken harika bir at resmi nakşeden başka bir nakkaş olurum ben." (Bana Kelebek Derler)

"Harika bir at resmi çizerken ancak kendim olabilirim ben." (Bana Leylek Derler)

Benim Adım Kırmızı #4

"Nakkaşın resmini yaptığı konuya benzeyeceğini düşünmek ne beni ne de usta nakkaşlarımı hiç anlamamaktır. Bizleri ele veren şey, bize başkalarının sipariş ettiği konular değil -bu konular zaten hep aynıdır- onlara yaklaşırken resme geçirdiğimiz gizli hassasiyettir. Resmin içinden sızar gibi gözüken ışık, insanların, atların, ağaçların sayfadaki istifinden sezilecek bir tutukluk ya da öfke, servi ağacının göğe uzanırken duyurduğu istek ve keder, duvardaki çinileri gözü kör eden bir tutkuyla işlerken sayfaya geçirdiğimiz tevekkül ve sabır duygusu... Bunlardır bizim gizli işaretlerimiz: Hepsi birbirini tekrarlar gibi duran atlar değil. Bir atın öfkesini ve hızını resmederken kendi öfkesi ve hızını nakşetmez ressam; en mükemmel at resmini yapmaya çalışarak, dünyanın zenginliğine ve onu yaratana duyduğu bir aşkı, bir çeşit yaşama aşkının renklerini gösterir, o kadar. (s. 302)

"Bir zamanlar Allah dünyayı en eşsiz haliyle görmüş ve gördüğü şeyin güzelliğine inanarak onu kullarına bırakmıştı. Biz nakkaşların ve nakşı severek ona bakanların işi, Allah'ın görüp de bizlere bıraktığı bu harika manzarayı hatırlamaktı. Her kuşak nakkaşın en büyük ustaları, bütün hayatlarını koyup gözlerini kör edene kadar çalışarak, bir büyük gayret ve ilham ile Allah'ın görün dediği bu harika hayale ulaşmaya, onu nakşetmeye çalışıyorlardı. Yaptıkları iş, insanın altından yapılmış kendi hatıralarını hatırlamasına benziyordu. Ama ne yazık ki, en büyük ustalar bile, tıpkı yorgun ihtiyarlar ve çalışmaktan kör olmuş büyük nakkaşlar gibi, o harika resmin ancak şurasını burasını belli belirsiz hatırlayabiliyorlardı. Birbirlerinin eserlerini hiç görmemelerine ve üstelik aralarında yüzlerce yıl olmasına rağmen, eski üstatların bir ağacı, bir kuşu, hamamda yıkanan bir şehzadeyle kederli bir genç kızın pencerede duruşunu, zaman zaman, bir mucize gibi birbirleriyle tıpatıp aynı çizmelerinin nedeni buydu." (s. 348)

15 Ağustos 2010 Pazar

Benim Adım Kırmızı #3

"Üç şeye yarar rüyalar:
Elif: Bir şey istersin. Ama istemene bile izin vermezler. O zaman rüyamda gördüm dersin. Böylece istediğini sanki sen istemeden istersin.
Be: Birisine kötülük etmek istersin. Mesela birisine iftira edeceksin. O zaman rüyamda gördüm, filanca hanım zina ediyormuş dersin; ya da falanca paşaya testi testi şarap gidiyordu, rüyamda gördüm, dersin. Böylece inanmasalar bile kötülüğün bir kısmı söylendiği için hesaba hemen yazılır.
Cim: Bir şey istersin, ama ne istediğini bile bilmezsin. Anlatırsın bir karışık rüya. Hemen yorumlayıp sana ne istemen gerektiğini, ne verebileceklerini sana söylerler. Mesela derler ki: Bir koca, bir çocuk, bir ev gerek sana...
Bu şeyler gerçekten rüyamızda gördüğümüz şeyler değildir hiç. Herkes güpegündüz gördüğü rüyayı gece gördüm diye anlatır ki işe yarasın. Gece gördükleri gerçek rüyaları olduğu gibi ancak aptallar anlatır. O zaman ya seninle alay ederler, ya her seferinde olduğu gibi rüyanı kötüye yorarlar. Gerçek rüyaları ise, görenler dahil kimse almaz ciddiye. Yoksa siz alıyor musunuz?" (s. 165)

Benim Adım Kırmızı #2

"Bir şehir ne kadar büyük ve renkliyse, suçunuzu ve günahınızı gizleyeceğiniz o kadar çok köşesi, ne kadar kalabalıksa, suçunuzla aralarına karışabileceğiniz o kadar insan var demektir. Şehirlerin zekâsı, barındırdığı âlimlerle, kütüphaneler, nakkaşlar, hattatlar ve medreselerle değil, karanlık sokaklarında binlerce yılda sinsice işlenmiş cinayetlerin çokluğuyla ölçülmeli. Bu mantıkla İstanbul'un bütün cihanın en zeki şehri olduğundan hiç şüphem yok." (s. 119)

Benim Adım Kırmızı


"Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonrada gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir." (s. 95)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Baharda Yine Geliriz

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. 'İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." (s. 68)

"'Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum,' demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu. 'İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?'" (s. 68)