21 Kasım 2010 Pazar

Çocukluğun Soğuk Geceleri #3

"Süren, akan yaşamın içinde bulunmak ne büyük bir coşku! Hele bu coşkuyu karşılayan, bu coşkuya bulvarları, kahveleri, insanlarıyla yanıt veren bir kentte olmak. Çoğu kez insan yaşamı, yaşanmış coşkuların anısı ile de geçer. Ama yaşamın bazı kesitlerinde bu coşku gece ve gündüz somut olarak kavrar benliğimizi. Bir şarkıyla. Bir resimle. Uzayan bir bulvarla. Sevilen, teni okşanan bir insanla. Yaprakları hışırdayan bir ağaçla." (s. 83)

Çocukluğun Soğuk Geceleri #2

"Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında...
-Hiçbir yanlış değişmedi,
diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum." (s. 28-29)

Çocukluğun Soğuk Geceleri

"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek............ isterim hep." (s. 20)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #5

"Bir şeyin güzelliğini farketmek ulaşabileceğimiz en yüksek noktadır." (s. 127)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #4

"Göreceğiz, harikulade bir şey olacak - insanın gerçek kendisi. Doğal biçimde, kendiliğinden ortaya çıkıverecek, bir çiçek gibi, ya da bir ağacın gövermesi gibi. Çekişme yaşamayacak. Hiçbir zaman tartışmayacak, karşı çıkmayacak. Bir şeyi kanıtlamayacak. Her şeyi bilecek. Ama bir yandan da bilgi edinme meselesiyle uğraşmayacak. Bilge olacak. Değeri maddî şeylerle ölçülmeyecek. Hiçbir şeyi olmayacak. Gene de her şeyi olacak, insan ondan ne alırsa alsın, sahip olmayı sürdürecek, o denli zengin olacak. Durmadan başkalarının işine karışıp onlardan kendisi gibi olmalarını istemeyecek. Onları farklı oldukları için sevecek. Başkalarının işine karışmamakla birlikte, hepsine yardım edecek, güzel bir şeyin sadece güzel olduğu için bize yardım etmesi gibi. İnsanın kendisi çok mucizevî bir şey olacak. Bir çocuğun kendisi gibi mucizevî bir şey olacak." (s. 215)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #3

"Sanatın bize yaşatamayacağı, yaşatmaktan aciz kalacağı hiçbir tutku yoktur; sanatın sırlarını keşfetmeyi başaranlarımız, sanat eseriyle hangi deneyimleri yaşayacaklarını önceden planlayabilirler." (s. 86)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #2

"Eskiden kahramanlarımızı kutsallaştırırdık, modern çağda ise bayağılaştırıyoruz onları." (s. 38)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil


"İnsanlar, başkaları hakkında konuşurken genellikle sıkıcı olurlar; oysa kendilerinden söz ettiklerinde hemen hemen her zaman ilginçtirler. Düşünüyorum da, bir kitaptan sıkıldığımızda yaptığımız gibi onların ağzını da kolayca kapatabilseydik şayet, harika olurdu böyle insanlar." (s. 37)

18 Kasım 2010 Perşembe

Kalanlar #2

"Öyle anılar var ki gerçek mi yoksa düşünülmüş mü olduklarını bilemiyorum." (s. 34)

Kalanlar

"Bazan bir şey yaşarken olaya dışarıdan bakıp, o olayı yazmak için yaşadığım duygusuna kapılıyorum. O zaman içimden bir ses, karşındakine haksızlık ediyorsun, diyor. Olmaz böyle bir şey, diyor. Olayın içine girmeye çalışıyorum. O zaman da kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor. Böylece kendi özüm ve gözetimim (yazmak için) arasında gidip geliyorum." (s. 30)

15 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman Dışı Yaşam

"Kadın doyumsuz özlemini düşünür. Bu bir aşk özlemi değil tıpkı onun gibi güçlü bir yaşam özlemidir. O bu özlemi o ana kadar, aşkla, tanıdığı ve tanımadığı insanlarla olan ilişkileriyle, edebiyata olan sevgisiyle doldurmaya çalışmıştır. Okumak ve yazmakla. Turin'e giden trende tek başına oturduğu bu anda kendisini değiştirmeye karar verir. O anda edebiyatın, yaşamın kendisinden daha canlı olduğunu kavrar ve edebiyatın doğmasının nedeninin de bu olduğunu düşünür. O ana kadar o yaşamın daha canlı bir şey olduğuna inanmıştır. Ama edebiyat daha çok yaşam, daha çok aşk, daha çok duygu, daha çok ölüm yüklüdür." (s. 29)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #5

"Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi." (s. 97)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #4

"Babam bir felsefe profesörüydü ve şubat ayının fırtınalı, yağmurlu bir öğle saatinde üniversitedeki odasında ölü bulundu.
Bir felsefeci ölü bulunduğunda akla gelecek ilk şüpheli elbette kafasındaki fikirlerdi. Öğle yemeğinde sosyal tesislerde görünmeyince odasına giden ve onu masasına yığılmış olarak bulan çalışma arkadaşlarına da emniyet yetkilileri aynı şeyi sordu: Acaba (yetkililer bunu gerçekten çok merak ediyordu), acaba profesörün kafasında ne tür ölümcül fikirler vardı?" (s. 87)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #3

"Annem yağmurda sırılsıklam ıslanmış eve döndüğünde, 'Bu senin Selma Güneri'den sonraki en büyük aşkın galiba,' demişti. Beş yaşındayken seyrettiğin bir filmde âşık olmuştun Selma Güneri'ye. Zorla, zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmişlerdi onu. Çok üzülmüştün ve âşık olmuştun. Bu üzüntüyle başka ne yapacağını bilmiyordun." (s. 78)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #2

"Sonra öyle güzel utandı ki, her şeyi unuttum." (s. 68)

Aramızdaki En Kısa Mesafe

"Anneannem ve ben... Biz... Biz ölüme karşıyız." (s. 63)

13 Kasım 2010 Cumartesi

Mağdurun Dili #2

"Yazar için daima başkasıdır okur. İster tasasız, sıradan, anlayışsız okur olsun, isterse akıllı, sorgulayıcı, anlayışlı olanı, yazara metinin daima bir dışı olduğunu hatırlatır. Yapıt tümüyle o dışı gözettiğinde kendini 'onlar'a, oradaki çıkar ilişkisine baştan teslim eder; müşterisine kur yapmaktan, onu memnun etmekten başka çaresi yoktur. O 'dış' hiç yokmuş, önemsizmiş, yazar onsuz da yapabilirmiş gibi davrandığındaysa bu kez kibrine teslim olur. 'Onlar'dan etkilenmiş olduğunu, kendisinin de biraz onlardan yapılmış olduğunu görmezden gelecektir.
Yapıtın hep bakan, gören, ayna tutan olduğunu söyleriz. Ama ya aynı zamanda görülen, görülmek isteyen, aynalanmaya muhtaç olansa yapıt?"

Mağdurun Dili

"İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi."(s. 71-72)

12 Kasım 2010 Cuma

Yeraltından Notlar

"Evde en çok yaptığım şey okumaktı. Dış etkilerle içimdeki sürekli kaynaşmayı bastırmaya çalışıyordum. Kullanabildiğim tek dış etki ise okumak, yine okumaktı. Okumanın bir çok yardımı dokunuyordu; coşku veriyor, zevk veriyor, acı veriyordu. Arada bir canımı son derece sıktığı da oluyordu. ... Okumaktan başka ne yapabileceğim bir iş ne de gidebileceğim bir yer vardı. Çevremde saygı duyduğum, beni çekebilecek bir uğraş bulamıyordum." (s. 64 - 65)

Yaşamın Ucuna Yolculuk

"Bu denli çok ülke, bu denli çok insan, bu denli çok roman kahramanı tanımalı mıydım. En yakın dostlarım romanların kahramanları gerisindeki yazarlar mı olmalıydı. Uçaklara, trenlere, otobüslere bu denli çok mu binmeliydim. Çeşitli kentlerin gecesinin uzantısında yaşayıp, sabahları uyanıp, gündüzleri uzun caddelerde mi yürümeliydim. Bir alan ve birkaç caddeden oluşan küçük bir kentte neden sınırlanmadı yaşamım." (s. 38)

5 Kasım 2010 Cuma

Ses ve Öfke #4

"Bütün insan yaşantıları sonunda saçmaya varır ve iki tane üç kiloluk ütü bir terzi ütüsünden daha ağırdır." (s. 80)

Ses ve Öfke #3

"Bir saat vardı, yukarıda güneşin içinde, nasıl bir saat olduğunu düşündüm, bir şey yapmak istemediğimiz zaman, nasıl olup da vücudunuzun sizi onu yapmaya zorladığını, bir çeşit farkında olmamazlık. Boynumun arkasındaki kasları duyuyorum ve sonra saatimin cebimde tik tak edip durduğunu işitiyorum ve bir süre sonra bütün başka sesler de öte yanda kalıyor, yalnız saatim cebimde." (s. 74)

Ses ve Öfke #2

"Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığını varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
Yakalıklarımın durduğu kutuya dayalıydı ve ben yatmış dinliyordum saati. İşitiyorum, o kadar. Bir insanın bir cep ya da duvar saatini isteyerek dinleyeceğini sanmam. Gereksizdir de bu. Uzun bir süre sesi unutabilirsiniz ve sonra bir saniyelik tiktak, işitmediğiniz zamanın eksilen uzun geçit resmini eksiksiz yaratır zihnimizde. Babamın dediği gibi, uzun ve tek ışık demetlerinin derinliklerinde insanın yürüdüğünü görebilirsin sanki." (s. 68)

Ses ve Öfke

"Beyazlar zenciye para verirler, çünkü bilirler ki başka beyazlar yeniden gelip bando mızıka ile parayı zenciden alacaklar, zenci de daha çok çalışmak zorunda kalacak." (s. 17)