14 Kasım 2011 Pazartesi

Kalan #9

"ölmüş kuşakların geleneği bütün şiddetiyle yaşayanların üzerine çöker, değil mi?" (s. 217)

Kalan #8

"yerlisi yok buraların,,, yerlisi yok hiçbir yerin,,, asıl yerlisi toprağın altındakiler üsttekiler yabancısı,,, asıl yerli olanlar asıl yerli olanlardan da daha alt katmanlarda yatanlar,,, daha da yerli olanlar onların da altında yatanlar,,, yarımız kentin altında aşağıda öteki yarımız buradayız ama çok geçmeden biz aşağıda yeni gelenler yukarıda olacaklar,,, yeni gelenler yanımıza gelmek üzere oyalanacaklar yeryüzünde bizim gibi,,, sıralarını bekleyecekler,,, akılları hep aşağıda olacak,,, hades'i, kayıkçıyı merak edecek bizim gibi,,, akıllarından yok olmayı ölümü kovalayarak rahat yaşamaya çalışacaklar ama başaramayacaklar o derin 'kaygı' çıkmayacak içlerinden,,, ilk soren buldu dedikleri,,, ben nasıl yok olacağım sorusu kovalayacak peşlerini,,, öteki dünyada hiçbir şey yok diyor annem, ne varsa bu dünyada,,, acele etmeyelim tadını çıkaralım buranın,,, toprağa karışıyor insan o kadar,,, topuklarını vuruyor mermere farandola'ya başlıyor,,, dansla kaçıyor ölümden annem... bense neredeysem oradan başka bir yere geçmek istiyorum,,, karşıya daha önce bilmediğim bir yere,,, oraya geçmeli,,, karşıya hep öteye,,, bu topraklarda neden rahat edemedim hiç,,,"(s. 178-179)

Kalan #7

"bir çocuk ilk kez aynada gördüğünde kendini, kendi 
olduğunu 
bilir mi? 
aaa bu benim der mi? 
bence diyemez
fener'deki o evde aynalar hep yükseğe asılıdır
tuvalette lavabo musluğunun hemen üstünde 
sivrisinek rengi kümeciklerin üzerine toplaştığı 
eski bir ayna
kimsede kucağına alıp göstermemiş çocuğa aynayı 
aynaları çocukların kendilerini göremeyecekleri kadar
yükseğe asmalarına hâlâ şaşarım. 
dünyada 'ayna' diye bir şey olduğunu, bir çocuk için-
de kendini görene kadar bilemez
giderek bir çocuk kendinin çocuk olduğunu 
çevresinde tanıdığı büyüklerden 
farklı olduğunu aynada kendine rastlayınca kavrar bel-
ki de" (s. 163)

Kalan #6

"'o okudukların aldattı mı bari seni?!..
günlerce düşündüm ve güldüm 
okuduklarım aldattı mı beni bilemedim" (s. 46)

Kalan #5

"ben 'lahzen' kimim ve nasıl biriym 
hayatımın neresindeki yaşantıdayım sorarım kendime 
her gün 
sen hangi bilinçtesin lahzen 
hangi göklerin bulutlarından yağdın 
bu çorağa söyle
son bilinç ölüm olacağına 
ölüm anındaki bilincin bilinci yazılamayacağına göre
hangi kavşağındasın tinsel gerçekliğin" (s. 36)

Kalan #4

"sevgili insanlar 
ben nasıl 
ömür boyu bunca zebaniyi seyrederken 
yitirmedim aklımı sorarım size
yoksa yitirdim mi?" (s. 33)

Kalan #3

"bir insanın günah çıkartırken bile söylediklerine ina-
nanlardan değilken 
yazmak böyle bir şey belki de
hakikat diye bir şey olamayacağının bilinciyle 
hakikatin öznellikte mi olduğunu
sorumlukta mı
insanın en temel varlığının kayboluşuyla yitip gittiğini mi 
toplumla senin yaratılışın oluşun arasındaki iplikler-
de mi gerili durduğunu 
düpedüz özgürlükte mi olduğunu bilmeden 
sözcüklerden örülü bir metin 
hakikati ne olabilir bu metnin 
metnin içeriği 
metnin içeriği 
metnin içeriği 
yazarın yakıştırmasıyla 
hakikati ele geçirme çabasından başka
ne olabilir
ele geçirilemez olduğunun bilinci 
yazarın hakikati 
yazdığı metin mi
metnin hakikati 
yazarın özü mü 
tözü mü 
hakikatin metni 
yazarınki mi 
ne olursa olsun 
bu şimdiden 
tıka basa şüpheyle doldurulmuş kuyudan çıkmak için 
çocukluğa 
daha da dibe
toprağın altına inip binip göreceğim" (s. 11)

Kalan #2

"demek ki 
her vakit iki şey arasında bir çatlak oluşabilirdi
bir boşluk ne kadar birleştirmek isteseniz de 
hacı murat, şu yalan dünyanın görüp geçirdiği onca 
yapı ustasından biri ama kaç ev yaparsa yapsın ken-
di hakikatini ele geçiremeden ölenlerdendi eminim çün-
kü ondan daha iyisini yapanların var olduğunu bilmesi 
onu ölene dek doyumsuz bırakmıştır bu dünyada he-
pimiz gibi" (s. 9)

Kalan

"Zaten küçükken her şeyin içinden başka bir şey çıkar sanılır." (s. 8)

9 Kasım 2011 Çarşamba

Sinek Isırıkların Müellifi #14

"Dünyamızda alışılmışın dışındaki her şeyin açıklanması gerekir ve bu hiç de masum bir gereklilik değildir. Açıklama yaparsınız, neden gösterirsiniz, makul gerekçeler sunarsınız, sonra bir de bakmışsınız tam da sizden açıklama bekleyenlerin dilini kullanıyorsunuz, kendi dilinizi değil. Birilerine açıklama borçluysanız borcunuzu daima kendi dilinizi harcayarak ödersiniz." (s. 27)

Sinek Isırıklarının Müellifi #13

"Gerçeğin böyle yumruk gibi üzerine inmesini beklerken insanın hiçbir şeye inancı tam ve daim olmuyor. Güzele, iyiye, edebiyata, kitapların dünyasına hiçbir şeye..." (s. 149)

Sinek Isırıklarının Müellifi #12

"Bu dünyada çoğunluğu, herkesin kendine hayran olduğunu düşünenler ile kimsenin kendisini sevmediğini düşünenler oluşturur, geri kalanlar ise Vüs'at O. Bener okurudur." (s. 114)

Sinek Isırıklarının Müellifi #11

"Diğer insanlardan farklı olduğunuzu ilk kez hissettiğiniz anın ışığı gözünüzü alır." (s. 107)

Sinek Isırıklarının Müellifi #10

"Edebiyat okurları aslında okudukları her kitapta insanı muayene ve ameliyat eder. Bu yolla edindikleri bilgi, görgü yaşayarak elde edilemeyecek kadar büyüktür ve insana dair her şeyi anlarlar, sahiden anlarlar." (s. 105)

Sinek Isırıklarının Müellifi #9

"Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz." (s. 74)

Sinek Isırıklarının Müellifi #8

"Dosyamı yayımlamazsanız edebiyatımız hiçbir şey kaybetmiş olmayacak, bundan eminim. Ama edebiyatçıların sırf kendi manasız amaçları için yarattıkları o edebi kahramanlardan birini, sayılarının artması dünyamız açısından pek de hoş olmayan o edebi yaratıklardan birini daha, siz ve yayıneviniz kendi elinizle toplu konutların kaldırımlarına salmış olacaksınız. Oysa bazı şeylerin kitaplarda kalması gerekir. Yazarların çok sevdiği şu 'yazar olmayı başaramamış' öykü ve roman kahramanlarından söz ediyorum. Edebiyat tarihi bu tür kahramanlarla dolu." (s. 73)

Sinek Isırıklarının Müellifi #7

"Askerler babamı almak için geldiklerinde annemin Burda dergilerinin model paftalarını gizli planlarmış gibi dikkatle incelemişler, ne olduğunu anlamadıkları için de oracıkta paramparça etmişlerdi. Askerler çok az şey biliyorlardı, bilmedikleri şeylerden korkuyor, yok etmek istiyorlardı. Biz askerlerden daha çok şey biliyorduk ve biz de bildiğimiz dünyanın bir an önce yıkılıp gitmesini istiyorduk." (s. 71)

Sinek Isırılarının Müellifi #6

"Cemil, genç Cemil'in elinde silah olup olmadığına bakmıştı, çünkü yıllar önce okuduğu René Char'ın Seçme Şiirleri'nin önsözünde geçen şu cümleyi unutamıyordu: 'Kırk yaşımızda, yüreğimize yirmimizde sıktığımız bir kurşunla ölüyoruz.'
Böyle bir cümleyi okuyup yıllarca aklınızda tutuyorsanız zaten ölüyorsunuz demektir. 
Silaha gerek yok." (s. 65)

Sinek Isırıklarının Müellifi #5

"Halbuki sızıntı hep vardır, ip gibi, yaşadıklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, seyrettiğimiz filmlerden zihnimize akan bir şeyler hep vardır." (s. 36)

Sinek Isırıklarının Müellifi #4

"Bir gün yazmaya inancı tamken, ertesi gün ülkede olup bitenleri düşünüyor, yazmak, üstelik dünyayla pek ilişkisi olmayan bir kahramanın romanını yazmak ona çok ahlaksızca geliyordu. Sonra, asıl dünya böyle bir yer olduğu için yazmak ahlaklı kalmanın bir yolu, diye düşünüyordu: Kalemle insan ancak kendisine kötülük yapabilir." (s. 16-17)

Sinek Isırıklarının Müellifi #3

"'Günümüzde pek çok yazarın kitabı aforizmalar toplamından başka bir şey değil. Artık romanın, öykünün kendine özgü dünyasını bulamıyoruz.' Parmaklar yine birbirine sürtüldü. 'Kolayca dolaşıma girecek cümleler... Edebiyat ne yazık ki kolayca dolaşıma girecek cümlelere dönüşüyor. İnsanlar birbirlerine yazacakları, söyleyecekleri ifadeler peşindeler. Has okuyucuyu da aşındıran bir şey bu." (s. 13)

Sinek Isırıklarının Müellifi #2

"Kitapların, kendisine güzel pek çok şeyin yanı sıra hep bir eziklik de hissettirdiğini düşündü. Kitaplar bir bakıma başarılmış, tamamlanmış şeylerdir. Oysa hayat başarılamayan ve tamamlanamayan şeylerle doludur." (s. 10)

Sinek Isırıklarının Müellifi

"Ölüm akla düşünce her şeyin her şeyle ilgisi oluyor, bağlantılar kuruluyor ve korkunun kirli ampülü pır pır yanıyor." (s. 6)

"Kötü anılar nedense hep kol mesafesinde durur." (s. 9)

25 Eylül 2011 Pazar

Saf ve Düşünceli Romancı #15

"Roman yazmak, benim için, yeni parçalar, sahneler, ayrıntılar ekleyip, yeni kahramanlar bulup, onlarla da özdeşleşip, onların seslerini çıkarıp ekleyerek, başka metinler, söylemler bularak ve pek çok şey atarak ve romana başlarken hayal etmediğim pek çok yeni şeyi ekleyerek bir merkezi ağır ağır yerine oturtma işidir." (s. 134)

Saf ve Düşünceli Romancı #14

"Bana göre bir romancının yaratıcı, sanatçı olarak erişebileceği en yüksek nokta, romanının biçimini bir muamma olarak kurabilmesidir; çözümü romanın merkezini gösteren bir bilmece! Böyle bir romanı okurken, en saf okur bile, romanın anlamının, merkezinin, bu muammayı çözmekte yattığını anlar. Edebi romanda muamma, katilin kim olduğunu bulmak değil, konunun tam olarak ne olduğunu kestirmektir. ... Roman, bu ulaşılması güç edebi düzeye vardığında, romanın konusu değil, biçimi en büyük merak konusu olur." (s. 129)

Saf ve Düşünceli Romancı #13

"Bütün romancılık hayatım boyunca, başka romancıların romanlarını bazan umutla, bazan umutsuzlukla, hatta telaşla, o anda aceleyle aradığım pencereyi bulmama yardım ederler diye okudum. Kafamda dünyaya bakmak istediğim mükemmel bir pencerenin kendi icat ettiğim küçük kişisel bir tarihi olurdu hep." (s. 125)

Saf ve Düşünceli Romancı #12

"Edebi romana, büyük romanlara, hayatı anlamlandıracak bir rehber gibi ihtiyaç duymamızın nedeni, kendimizi dünyada evde hissedememizdir." (s. 121)

Saf ve Düşünceli Romancı #11

"'Merkez' dediğim ve biz romancıların içgüdüyle hissettiğimiz bu yer öylesine önemlidir ki, onu hayalimizde değiştirmek bile, romanımızın her cümlesinin, her sayfasının değiştiği ve bambaşka bir anlama kavuştuğu duygusunu verir bize. Romanın merkezi; kaynağı belli olmayan, ama bir ormanı, tek tek bütün ağaçları, çıkış yollarını, arkada bıraktığımız yolu ve gideceğimiz yeri ve dikenli çalılarla en karanlık, anlaşılmaz köşeleri aydınlatan bir ışık gibidir." (s. 120)

Saf ve Düşünceli Romancı #10

"Hayal gücü tembel okura seslenmek isteyen yazarlar, okurlarının kafalarında canlandırmaları gereken resmi değil, o resim okurun kafasında canlanınca hissedilecek duyguları, düşünceleri doğrudan okura söyleyiverirler. Okurun hayal gücüne güvenen romancı ise, romanın anlarını yapan resimleri kelimelerle yalnızca tasvir ve tarif edip duyguları, düşünceleri okura bırakırlar." (s. 96)

"Romanlar, insanın sıradan düşüncelerini, aklın kopuk kopuk, konudan konuya sıçrayışını günlük hayatın kelimeleriyle ifade ederek de dilin zevklerini, kokusunu, renklerini, tıpkı müzelerin eşyaları saklaması gibi saklarlar. Romanlarda kelimeler, ifadeler, deyişler yalnızca saklanmaz, onların nasıl kullanıldıkları da kayda geçirilir." (s. 100)

"Roman sanatının kalbinde yatan büyük çelişki, romancının dünyayı başkalarının gözünden görürken, kendi kişisel âlemini ifade etmeye çalışmasıdır." (s. 109)

23 Eylül 2011 Cuma

Saf ve Düşünceli Romancı #9

"Ben geleneksel dünyadan modern âleme roman okuya okuya geçtim. Bu, ait olmam gereken bir cemaatten kopup yalnızlığa geçmek anlamına da geliyordu." (s. 89)

Saf ve Düşünceli Romancı #8

"Romancılık, kelimelerden önce, dünyayı resim olarak hayal etme işidir." (s. 87)

Saf ve Düşünceli Romancı #7

"Romancı, hayal ettiği şeyi en iyi ifade edecek kelimeyi aramakla kalmaz, yalnızca, yavaş yavaş en iyi ifade edebileceği şeyi hayal etmeyi de öğrenir." (s. 73)

19 Eylül 2011 Pazartesi

Saf ve Düşünceli Romancı #6

"Benim için roman yazmak, genel manzarada (dünyada) roman kişilerinin ruh hallerini, duygularını, düşüncelerini görme hüneridir. Bunun için bir romanı yapan, sözünü ettiğim o binlerce küçük noktayı düz bir çizgiyle değil, zikzaklar çizerek birleştirmem gerektiğini hep sezerim." (s. 67)

Saf ve Düşünceli Romancı #5

"Romanda sorun ve asıl mutluluk, roman kişisinin karakterini, onun davranışlarından çıkarmak değil, roman kişisiyle, en azından ruhumuzun bir yanıyla özdeşleşebilmek, böylece -geçici bir süre de olsa- özgürleşip başkası olmak, dünyayı bir de başkasının gözünden görmektir. Romanların asıl konusu, bu dünyada olmanın ve yerimizin anlamı ya da bu dünyada yaşamanın nasıl bir duygu olduğudur." (s. 59)

Saf ve Düşünceli Romancı #4

"Romancılığı, beni kendi görüş açımın dışına çıkmaya, başkası olmaya zorladığı için de çok seviyorum. Romancılığım sayesinde başkalarıyla özdeşleşerek, kendi dışıma çıkarak, kendime daha önce sahip olmadığım bir karakter edindim. Roman yaza yaza başkalarının yerine kendimi koyarak ruhumu otuz beş yılda terbiye ettim." (s. 57)

Saf ve Düşünceli Romancı #3

"Hayatı ciddiye almayı, gençliğimde romanları ciddiye alarak öğrendim. Edebi romanlar bize hayatı ciddiye almayı, her şeyin elimizde olduğunu, kişisel kararlarımızın hayatı şekillendirdiğini göstererek öğretir. Kişisel kararın ve seçimin az olduğu kapalı, yarı kapalı geleneksel toplumlarda, roman sanatı zaten çok az gelişir. ... Geleneksel anlatıları bırakıp romanları okumaya başlayınca, Allah'ın, padişahların, paşaların, orduların, devletin gücü ve kararı yanında, bizim kendi âlemimizin ve seçimimizin de önemli olabileceğini ve daha çarpıcısı, kendi duygu ve düşüncelerimizi daha ilginç bulabileceğimizi hissetmeye başlarız. Gençliğimde hiç durmadan roman okurken, özgürlükle kendine güven arasındaki bu duyguyu sarsıcı bir şekilde yaşadım." (s. 47)

Saf ve Düşünceli Romancı #2

"On sekiz ila otuz yaşlarım arasında, romanları büyük bir yoğunlukla ve işte bu umutla okudum. İsanbul'daki odamda büyülenmiş gibi okuduğum her roman, bana hayatın bitmez tükenmez ayrıntıları hakkında ansiklopedilerde, müzelerde karşılaşabileceğim kadar zengin, kendi hayatımla karşılaştırabileceğim kadar insani ve ancak felsefe ve dinde bulabileceğim kadar derin ve kapsayıcı taleplerle, tesellilerle ve vaatlerle dolu bir âlem veriyordu. Romanları dünyanın özünü bilmek, kendimi insan olarak geliştirmek, ruhumu şekillendirmek için de, rüya görür gibi, her şeyi unutarak okurdum." (s. 27)

Saf ve Düşünceli Romancı


"Romanlar ikinci hayatlardır." (s. 7)
"Roman okurken de, tıpkı rüya görürken olduğu gibi, karşılaştığımız şeylerin harikuladeliği bazan bizi öylesine çarpar ki, nerede olduğumuzu unutur; tanık olduğumuz hayali olayların içinde, kişilerin arasında sanırız kendimizi." (s. 7)

18 Eylül 2011 Pazar

Tante Rosa #3

"Sen bir otomobil misin, bir çamaşır makinesi misin, bir elektrik süpürgesi misin ki senden bir önceki modelin bozukluklarından sıyrılmış olarak piyasaya sürülmek istiyorsun?" (s. 85)

Tante Rosa #2

"Öncesiz ve sonrasız, bağlantısız ve belgesiz tükenivermek bir ağacın, bir evin, bir pabucun hakkıdır." (s. 85)

Tante Rosa

"İnsanları sevmeye başladı mı insan, insan gibi yaşamayı da sevmeye başlıyor, insan gibi çalışmayı, kazanmayı, yemeyi, içmeyi, sevişmeyi, ölmeyi." (s. 48)

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kar

"O kadar mutluydu ki çocukluğundaki aşırı mutluluk anlarında olduğu gibi hayal gücünün sineması heyecandan aynı anda iki film göstermeye başlamıştı." (s. 97)

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Gündökümü II #2

"Küçük Prens, kendi türünde biricik kitap olma özelliğini hâlâ taşıyor, ne var ki sevenlerin çokluğu gözümü korkutmuyor değil. Sağcısı, solcusu, orta-yolcusu, hayvanseveri, çevrecisi, feministi, masalcısı, gerçekçisiyle herkesin sevgilisi. Exupéry'nin de yarattığı başkişi gibi birdenbire dünyadan uçup gitmesi, efsaneye bir efsane daha katıyor. Edebiyat yapıtlarının kitlelere malolması, sevinilecek bir olay ama bu kadar farklı dünya görüşlerininden, kültürlerden, sınıflardan gelme kişilerce aynı heyecanla kucaklanması, bağra basılması, yazarın anlamsız bir sevgi selinde boğulmasına yol açabiliyor, ortalamayı yakalamak gibi bir beceri çıkıyor ortaya. Exupéry yaşasaydı, eminim, bilmeden bir numara çevirmiş bir hokkabaz gibi şaşkınlığa düşerdi bu beklemediği ilgi karşısında. Oysa kendisi her nabza göre şerbet vermemiş de her nabız bu şerbeti nedense almış. Nedense?" (s. 352)

Gündökümü II

Sinema-deliliği
"Ekrandan bir solukta geçen görüntüler, çocukluktan başlayarak nasıl etkiliyorlar bizi. Bazan ışıklar saçan bir yüz -Romy Schneider, bir James Dean- bazan bir sahne -Bisiklet Hırsızları'ndaki lokanta sahnesi, 400 Darbe'nin bitişi estetik anlayışımızı, dünya görüşümüzü, siyasal tavrımızı yönlendirebiliyor.
Bu konuda bir deneme yapmak amacıyla bir oyun uydurdum geçenlerde: Şöyle bir öneri: "Düşünün, bomboş bir gün uzanıyor önünüzde. Beyazperdenin gelmiş geçmiş şimdiki bütün oyuncuları emrinizde; istediğinize göre siyah-beyaz ya da renkli halleriyle gelecekler. Uçak saatlerini, seçtiğiniz ülkelerin uzaklığını, harcamaları falan hesaplamayacaksınız. Her an her yerde olabilirsiniz. Yalnızca bütün bit günü kimlerle, nerelerde, nasıl geçireceğiniz önemli. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği, ikindi çayı, akşam ve gece nasıl dolacak? Kişilere ayırdığınız süre deyince, dakikalar bile önemli." (s. 160)

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Bir İçim Su

Yatak ve Harp
"Medeni adam için yatağı, yaşadığı dünya üzerinde, ara sıra yalnız kendisinin yaşaması için kurduğu ikinci bir dünyadır.
Hemen hemen yarı ömrümüzün geçtiği bu dünyayı, uyumak için uzanılan bir sedir sayamayız. Hayatın iğrençliğinden ve korkunçluğundan kaçıp sığındığımız zaman bizi kapan, örten, saklayan, koruyan bir kucaktır. Orada geçici ve tehlikesiz bir intihar devri yaşarız: Dışarıdaki hayatla ilişiğimiz kesilir." (s. 180 - 181)

9 Ağustos 2011 Salı

Gündökümü #6

"Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa yaşamı dışlama kararına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekâlâ canına kıyabilir, inanıyorum buna. Böyle önemli bir kararın arifesinde, benzer kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik: kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikle, kaygılar çok geride kalmıştır." (s. 342)

Gündökümü #5

"Yolculuğa çıkarken, evde kendimden iz kalsın istemem nedense. Giysilerimi ortadan kaldırırım, saç tokalarımı gizlerim. Bu, ben artık hiç yokum, demektir ama hazırlanma tedirginliğini atlatana kadar günlük gazeteleri, yarım bıraktığım romanları inceden inceye okur bitiririm ki, o gün orada olduğum belli olsun." (s. 132)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Gündökümü #4

"'Baştan beri EV vardı' demek geliyor içimden, 'baştanberi ev vardı, ne ışık ne de söz.'" (s. 86)

Gündökümü #3

"Yemek yemeden günler geçiriyorum. Bugün iyice hastayım. Bir kriz falan mı geçirdim acaba? Bildiğim tek şey, ayağa kalktığımda yürüyemedim, ayaklarımın üstüne basamadım düpedüz. Bir-iki kere daha başıma gelmişti. Hep aynı şeyi diyorlar: Doktora git.
Ne diyeceğim ben doktora? 'Radyoda haberleri dinlerken hastalanıyorum, korkunç bir tedirginlik duyuyorum sözgelimi, ellerim avuçlarım kaşınıyor, gözlerim yanıyor, tırnaklarımı kemiriyorum, boğazımda bir öfke düğümleniyor, yok yere kavga çıkarıyorum, kırıcı oluyorum.'"

Gündökümü #2

"Bizleri perişan eden, elimizi kolumuzu bağlayan; büyük kavgalara biriktirmemiz gerek öfkeyi ve gücü, günlük yaşama içinde ucu ucuna harcamak zorunda kalışımız. Sürekli aldatılma, yanıltılma; neyi, nasıl ve ne uğrunda harcadığını bilmemenin belirsizliği; siniri de parayı da." (s. 70)

Gündökümü

"Neruda ne iyi diyor: 'Yalnız Kedi, baştanberi kusursuz biçimdeydi' diye. Yere düşen bir gazete, yeni ütülenmiş bir çamaşır, yeni alınan bir eşya, hep Kedi içindir. Evin en rahat, en yüksek, en alımlı köşesini bulur ve kendine ayırır. Kedi, evi sever. O yüzden denizi bile aşıp bulur evini de sahibini pek aramaz. Sahipsizdir. Yemek vererek gönlünü kazanamazsınız. Sizi o seçer, görmeyince de unutur. Bir daha gördüğünde, aradan hiç zaman geçmemiş gibi sürdürür ilişkiyi. (...) Kedi, kendi varoluşunun başlıbaşına bir mutluluk kaynağı olduğu inancındadır, ödün vermez. Nankör sayılması bu yüzdendir sanırım. Almaktan çok paylaşmayı sevenlerin hayvanıdır Kedi. Uyudu mu kinini de unutur. (s. 20)

22 Temmuz 2011 Cuma

Güzel Yazı Defteri #3

"Boşluğa düşmemek için baştanberi ödün vermiş, tartışmaktan kaçınmış, yalanları yutar görünmüş, verilen sözlerin tutulmamasını hoşgörmüş, hep aşağıdan almış, kendisini inciten, üzen, öfkelendiren şeyleri açığa vurmamıştı. Çekinmişti, o boşluktan ürkmüştü. İşte şimdi sırdaşlık özrüyle suç ortaklığına çağrılıyordu. Cezayı hak etmişti düpedüz." (s. 43)

Güzel Yazı Defteri #2

"Her şey hızla değişiyordu çevresinde, kayıyor, ana çizgilerini yitirip silikleşiyordu. Kocaman bir boşluk kalıyordu geriye. Acıtıcı bir boşluk." (s. 41)

Güzel Yazı Defteri

"Yazdan kalan giysiler dolaplara kaldırılırken, yazdan kalma duygular belleğin karanlık bölmelerine yerleştiriliyor." (s. 32)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi #4

"Sen bizden başkasın. Seni kabul ederiz olduğun gibi, ama kendimizden olanlara hoşgörümüz yoktur." (s. 123)

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi #3

"Arasıra ayak değiştiriyor: dayanamadığı, taşıyamadığı bir ağırlığı (yüreğini) öbür ayağına aktarıyor sanki" (s. 60)

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi #2

"Bizim evlere kapanarak, vakitsiz çocuk yapıp geçim derdine düşerek harcadığımız, devlet dairelerinde akşamlara kadar boğularak yok edip yitirdiğimiz gençliğimizi; hep bir gün gerçekleşecek ama bir türlü tamamlanamayan bir tasarı halinde kalışımızı; bizim öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı, sessiz başkaldırılarımızı, çocuklarımızın böyle hızlı, böyle yoğun yaşamlarına nasıl göz yumabiliriz? Nasıl dışarından bakabiliriz? Ufacık hayatlarına koca iki kuşağı gerçekleştirmek gibi korkunç bir görevi sığdırmaya çalışan, sanki eski, sessiz bir filmi seslendiren bu çocuklar ne kadar yaşar bu acıyla? Nasıl dayanır?" (s. 55)

Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi

"Türkiye'nin ayağına Avrupa'yı getirmek için dışarıya gönderilen ilk 'harika çocuklar'dan kaçı 'başarılı' olmuştu? Gerçekten? En yeni sanat akımlarını izlemişlerdi, Rimbaud okumuş, Gauguin sevmiş, ince hastalığa yakalanmış, salonlarda felsefe yapmışlardı kendilerinden beklendiği ölçüde. Yakup Kadri Beyin deyimiyle halka, köylüye ulaşmak, onu eğitmek, onunla el ele vermek ortak düşleriydi. Oysa dönüşlerinde, konservatuvarda müzik ya da resim öğretmenliği ya da uyduruk bir hukuk müşavirliği, bir müfettişlik bekliyordu onları. İşin kötüsü, eğitmeye çalıştıklarıyla, ilişkiye girdikleri kimselerle hiçbir ortak yanları kalmamıştı. İstekleri dışında koparılmışlardı toplumdan. Başkaldırmayı öğrenmişken, gelip ufacık bir halkası olmuşlardı bürokrasinin." (s. 14)

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Gelgit

"Kırtasiye dükkanları dünyanın her yerinde aynı kokuyordu: kişiye yalnızlığını hissettiren, öte yandan da bir renk cümbüşüyle çevresini sarmalayan kışkırtıcı bir koku." (s. 55)

Fal

"Bir cumartesi olsa gerek
Değil mi ki Cumartesiler, bedenin derininde uyuklayan birtakım adsız duyguları yüzeye zorlamada, adlandırmada bire birdir. Düzenin hafta boyunca aksamayan uyuşuk akışı birdenbire kesintiye uğrar. Trenin tek düze sallantısı duruverir. Bir istasyonluk -iki günlük- bir mola." (s. 38)

Pentimento

"Günlerdir evde boş boş dolaştım. Kapalı muslukları bir daha, bir daha sıkıştırdım; saksı çiçeklerinin sararmış yapraklarını kestim, budadım; perdelerin kıvrımlarını eşit öbeklere böldüm; durup dururken mutfağa koşup su içtim, içinde tek sigara izmariti olan kül tablasını da götürüp çöpe döktüm, dahası yıkadım.
Tam artık kaçış özrü bulamayacağımı sandığım sırada, eski bir etekliğin sökülmüş çıtçıtı, yazlık bir pantolonun bozuk fermuarı, yüklüğe, toz bezlerinin arasına attığım bir giysinin sedef düğmeleri koştu yardımıma." (s. 9 - 10)

Umuş

"Bütün iyi kitapların sonunda
Bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
Meltemi senden esen
Soluğu sende olan
Yeni bir başlangıç vardır"

Seniha'nın Günlüğünden II

"Zamanlar geçtikçe neden
Mutluluk mahzunluk oluyor fotoğraflarda
Acaba
Keder mi, acı mı, hüzün mü dünyanın rengi
Mahzunluk mu yoksa yaşam
Ve doğruyu söyleyen yalnız
O mu, Rilke mi
Ölümü içinde taşıyan."

Seniha'nın Günlüğünden II

"Ölen her canlının son sesi
Bir yaşam dolusu sesten
Daha çok akılda kalıyor"

29 Nisan 2011 Cuma

Dikkat! Kırılacak Eşya

"Ya bir gün, bunca yıl kafamda biriktirdiğim sözcükler boşalıverirse? Çene kemiklerim açılırsa? Beynime üşüşen imgeleri durduramazsam." (s. 74)

13 Nisan 2011 Çarşamba

Narla İncire Gazel #11

"Ne tuhaf bir yaşam bu!... Her yerde yabancı olmak, her ayrılışta, her yola çıkışta, sonunda kendi yerine, yurduna varabileceği umudunu taşımak, garip bir iştir. İnsanın kendi yeri, yurdu, neresi?" (s. 121)

24 Mart 2011 Perşembe

Yazının da Yırtılıverdiği Yer #2

"Karasu'nun tam olarak ne'den bahsettiğine dair ilişkin soru önemini koruyor, çünkü yorumlar her seferinde farklı bir anlamla, tek bir anlamla çıkıp geliveriyorlar. Masallar hep korkuyu, Gece her seferinde baskıyı, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı inanç bunalımını anlatıyor. Karasu, derslerinden birinde Sait Faik'in 'Sinarit Baba' öyküsünün 'ne anlattığını' sorup, bir öğrencisinden 'intiharı anlatıyor' yanıtını alınca, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde bir anda yumruklarını kürsüye vurmaya, büyük bir öfkeyle bağırmaya başlar: ' Bunu anlatmıyor, işte, bunu anlatmıyor! Bu metin olsa olsa bir balığın yakalanacağı oltayı seçmesini, seçtikten sonra da pişman olmasını anlatıyor!..' Baktığımız zaman her yerde simgelere, eğretilemelere, alegorilere sarılı anlamlar görmeye başlarsak, bir balığın yakalanacağı oltayı seçmesini, seçtikten sonra da pişman olmasını asla gerektiği gibi okuyamayız, her seferinde başka bir anlama yakalanıveririz. Okurken bu alışkanlığımızdan kurtulmalıyız çoğu zaman." (s. 95)

23 Mart 2011 Çarşamba

Yazının da Yırtılıverdiği Yer

"Karasu'yu okurken, her zaman şu tuhaf his: 'Yanlış bir noktadayım galiba? Yanlış bir yerdeyim, yerde miyim? Şu an okumakta olduğum kitabı değil de ötekini okumalıyım, çünkü okuduğum bu kitap beni öteki kitaba yönlendiriyor. Bundan önce, defalarca okuduğum bu kitaptan önce, defalarca okuduğum öteki kitabı okumalıyım.' Eleştirinin düğümlnediği yer de burası. Birbirini bütünleyen iki cümle yazdığınızda, cümlelerin ikincisinin ilkinin içinden çıktığına emin olduğunuz anda dahi, (bir süre sonra) bunların yer değiştirmesi gerektiğini, ilk cümlenin aslında ikinci cümle olması gerektiğini düşünebilirsiniz." (s. 198)

Gece

"Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey duyması gerektiğini de düşünmez, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı da anlayamaz... Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görülüp elle okunabildiklerinden ötesine erişmektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.
Yeni tanıdığı biriyle güzel, doyurucu sayılabilecek bir sevişmeden sonra 'bir daha ne zaman buluşalım?' sorusuna yanıt bulamayanlar vardır. Gözlerini kaçıranlar, bahane arayanlar... Karşılarındakinden hoşlanmışlardır; onunla 'yıldızlarının barışabileceğini' düşünürler de belki, düşünme çabası gösterecek olsalar. Ama o andan sıkıldıklarını, içlerinden utanca benzer bir yel esip geçtiğini duymakla yetinirler. Gerçek sıkıntıları, eksiklikleri ise belki de, gene, imgeleme yetilerinin yoksulluğu, düş güçlerinin kavruk kalmışlığıdır. Çiğnemeden yuttuğu bir yemekten sonra acıkabileceğini usundan geçiremeyen torlar gibidiler bunlar. Yaptıklarının tadına gereğince varacak, hakkını verecek durumda da değillerdir; istediklerini bilecek, birkaç saat ya da birkaç gün sonrasını öngörecek görcüleri de oluşmamıştır sanki.
Bir yaşam bilgisizliğidir bu. 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında -gizli de kalsa- bir 'oh olsun! Dikkat edeydi ya,' duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okunmasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk..." (s. 155 - 156)

1 Mart 2011 Salı

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

"Yanlışlar alışkanlık, alışkanlıklar yanlış olunca daha mı kolay yaşanır sanki yanlışlığın alışkısını bile bile" (s. 81)

27 Şubat 2011 Pazar

Susanlar #4

"Okurluk bir birikim işidir, demiştim. Okumalarımızın rastlantısal niteliği, bu konuda büyük önem kazanır. Bir sonra okunan kitap, bir öncekinin, ondan önce okunmuş kitapların (kuramsal olarak, ondan önce okunmuş kitaplarının hepsinin) sağladığı birikimin üzerinde okunmaktadır. Birikim, elbette, yalnız o güne dek okunmuş kitaplar değildir; o güne dek yaşanmış her şeydir. Yaşama ile kitap okuma arasındaki alışverişin oluşturduğu birikim de gelir katılır bu hesaba... Aynı kitaplar aynı sıra içinde okunsa bile, bu okumaların tıpatıp aynı birikimler üzerine gelip oturması olasılığı pek azdır. Her okurun okuduğu, tıpatıp aynı olmayacaktır; değişik bir boyutta ise, her çağ, aynı metne, değişik yorumsal katkılar getirebilecektir.
Okur, kendi okuma tarihi içerisindeki boşlukların az ya da çok farkındadır; bunları doldurmakta az ya da çok başarılı olabilir; ama hangi okur ömrü, istenmeyen boşlukların eksiksizce doldurumasına yetebilir ki? Okur, ayıklama, öğrenme, ya da, seçme süreçlerinde ne kadar 'usta'laşırsa, okunması gerekenler karşısındaki okur kişiliğini kurmakta biraz daha başarılı olacaktır, olsa olsa... Metinler arasındaki sayısız yansıtma ya da gönderme yollarından kendi seçtikleri üzerinde ilerleyecektir." (s. 187)

Susanlar #3

"Okumayı, yaşamının bir parçası olarak görenlerin belki büyük çoğunluğunu oluşturanlar, okumağa vakit ayırabilmekte usta cambaz kesilmiş kimseler; radyonun, televizyonun, kasetlerin, gazetenin yaşamdaki yerini yaşamın kendiyle bir tutmağı öğrenmişlerdir; kalabalığın içinde bile okumanın gerektirdiği yalıtımı gerçekleştirmeği başarılar; büyük olasılık da, geçimlerini sağlamak üzere yaptıkları iş, okumak değildir. Meslekleri gereği okudukları, yazınsal alana giren okumalarını besleyebilir de, beslemeyebilir de... Bu kişiler, bir ömür boyu, çok geniş tuttuğumuz yazın alanının çeşitli bölgelerini gezerler, tanımağa bakarlar. Görünür biçimde uzmanlaşırlar, ya da, uzmanlaşmaktan kaçınırlar. Okuduklarının yaşamla ilişkisini, kendi yaşamlarıyla derin ilişkisini, bilenleri de vardır, sezmekle kalanları da. Doymazlar; bir yoldan usanınca ötekine saparlar; okumak istedikleri, merak ettikleri çığ gibi büyür; çok yaşlandıkların da merak ettikleri azalır gibi olur ya, okumak isteği azalmaz." (s. 186)

Susanlar #2

"Okuma alanında kimsenin kimseye dalkavukluk borcu yoktur. Metnin kötülüğünden okur sorumlu değildir, okurun tembelliğinden metin sorumlu değildir. Herhangi bir kitabı okumak üzere verdiğimiz karar, daha önceki bir okumamızın gerekli görünen bir sonucu olsa bile, temelde, bir rastlantıdır. Bir kitap, bir yazar, niye şu anda elimizdedir? Niye bu kitap da, o kitap değil? Niye şu anda şunu okurken, okuamk isteyip yıllar önce aldığımız o kitap, yıllardır beklediği yerde, bir kitabın daha okunmasını beklemektedir?
Bu soruları sorarken, şunun farkındayım: Çok değişik okurluk tutumları, okurluk yöntemleri vardır. Kimi, aldığı kitabı hemen oturup okur, rafına kaldırır, ya da (sahibi kimse, ona) geri verir. Kimi 'sıyırarak' okur; kendini okumuş saymasa bile, 'günü geldiğinde okurum' diyerek rafına kaldırdığı kitabı hiç okumamış değildir. Okuyacağı kadar kitap alan da vardır, okuyacağını umarak kitap yığan da... Tutumlar çeşitlidir, ama demin sorduğum sorular bundan etkilenmez." (s. 186)

Susanlar

"Okumadığım her kitap yenidir benim için, yazılışı üzerinden 3000 yıl da geçmiş olsa... Okumak istediğim kitapları ölmeden okuyabileceğimi sanmıyorum ya, durmadan yeni kitaplar alıyorum, dayanamıyorum onlara; okuyorum ama, isteğimce okumak için günümün altı saatini, gözüm kapalı, bu işe verebilmem gerek. Olmuyor. Art arda okumak istediğim kitapların arasına yıllar girdiği de oluyor. Yılların girmesi iyi, insan o yazarı birkaç yıl önce tanıdığından başka türlü görebiliyor zaman geçince. Eskiden okuduğu kitaplarına bir daha dönebiliyor. Öte yandan, yıllardır sözü edile edile, handiyse okumaktan vazgeçirileceğim birtakım ünlü kitaplar var; onları okumağa başlayınca, yıllardır işittiğim sözlerden ne denli uzak kaldığımı bir daha anlıyorum. Bencileyin kitap okuma hastaları bilir bunun ne demek olduğunu. Güzel kitaplar vardır, kötü kitaplar vardır ama her birinde insanın aklına takılıp kalacak yönler bulunabilir. Bu yönler, konuşulur, yazılır. Şimdiye değin konuştum, bundan sonra yazmayı deneyeceğim.
Bir de, okununca insanı allak bullak eden kitaplar var; yüz yıllık, bin yıllık, bir aylık kitaplar; otobüste bile bırakamayıp okuduğum, ineceğim durağa varmış olduğumuzu fark edince kapatıp kalktığımda yanımdaki çıkını, elimdeki şapkayı unutturan kitaplar. Onlar için bir şeyler yazmak isterim çoğu zaman. Ama eskiden yayımlanmış bir kitapsa bu, bunun için yazı yazmak nereden esti diye bakarlar adamın yüzüne. Yeniyse, sizden 'ağırbaşlı, bilimsel eleştiri' beklenir. Oysa niyetim, ne unutulmuş bir kitabı 'diriltmek' ya da 'yeniden ortaya atmaktır' ne de yeni bir kitabı 'eleştirmektir'. Bir okur olarak aklıma ne eserse, gönlüm hangi kitabı, dergiyi dilerse okurum. O kitap üzerine söylenebilecek bir sürü şeyden yalnız birini söylemek gelir içimden, o kitabın, o dergi yazısının bir satırı, bir cümlesi bana başka şeyler ansıtır, 'bilimsel' eleştiriden uzak durarak, düşündüğümü düpedüz söylerim. Aiskhylos 2000 yıldır yorumlanıyor diye kendi düşüncemi -varsa- anlatmaktan vazgeçemeyeceğim gibi, yepyeni bir Türk yazarının ilk kitabını söz konusu ederken 'gereken önemle yazarın yerini yahut değerini belirtmemiş' olduğum yolunda bir suçlama da beni düşündürmez." (s. 83-84)

21 Şubat 2011 Pazartesi

Öteki Metinler #5

"Önce başkaları gibi olduğumuzu öğrenmemiz gerekir. Daha sonra başkalarına ne kadar benzediğimizi, daha da sonra, başkalarına benzeyip benzemediğimizi merak ederiz. Sonunda
neden sonra, kabul etmeği öğreniriz. Ne uzun bir eğitim bu. Değil mi?" (s. 133)

Öteki Metinler #4

"Okulda, elmalarla armutları toplayamayacağımızı öğretmişlerdi. Ama yazarla yazarı karşılaştırmağı da okulda öğrettiler. Balıkların hepsini aynı biçimde pişiremeyeceğimizi ise, hiç öğretmediler." (s. 131)

Öteki Metinler #3

"Ben 'her şey elimden kaçıyor' ile 'yapmam gerek'ler arasında gitgide daha çok bocalamıyor muyum?" (s. 130)

Öteki Metinler #2

"Yazın, bizim için, okuduklarımızın, dolayısıyla da, okumadıklarımızın belirlediği bir alandır. Her okuduğumuz, okumadığımız bir başka metnin yerini alır; isterseniz şöyle de düşünebiliriz: Bir kitabı okumak, başka bir kitabı okumamaktır. Seçim olarak da vakit ayırımı olarak da... Yazın deyince anladığımız da bu sınır içerisinde oluşur. Bunları söylerken iyi kitap/kötü kitap karşıtlıklarını düşünmüyorum. İyi kitabın kokusu değişik değildir. İyi kitabı da, kötü kitabı da size başka bir kitap öğretecektir. Bu yolda fazla yürümeyelim. Ama 'yazın deyince anladığımız'ın bir başka yanı var: Okuduklarımızın belirlediği bir anlayış okuyacaklarımızı bağlayamaz. Okuduğumuz her yeni kitap, edindiğimiz ölçütleri sınayacak bir yeni yaşantıdır. 'Öyle değildir, olamaz' diyorsak, belli bir anlamda okumaktan vazgeçmişiz de haberimi yok demektir." (s. 49)

Öteki Metinler

"Çoğunluk/Azınlık durumunun, yani sayının, sayıların, göz önünde bulundurulmadığı bir durum düşünelim. Örneğin, kadın sayısının erkek sayısından 'anlam' taşımayacak ölçüde artık ya da eksik olduğu bir toplumda kadının 'eşitsizlik' durumunda olması, şy ya da bu ölçüde baskı altında tutulması, 'kadınlar'a bir azınlık 'imiş gibi' davranılması, sayı ile ilişkili bir şey değil. Erkekler de kadınlar da, buna bir 'yazgı' gözüyle bakıyorlardır; erkek doğmuş olmak birtakım üstünlükleri yanı sıra getirmektir, kadın 'yerini bilmek' zorundadır.
'Yerini bilmek' bize ipucu verebilir.
Birinin 'yerini bilmesi'ni, dolayısıyla sizin 'tam'lığınızı olduğu kadar kendi 'eksik'liğini bilmesi, kabul etmesini istiyorsanız iki şeyi 'kanıtlanmış' saymamız gerekir: Belli bir ölçüt uyarınca (bu ölçütü siz yaratıyorsunuz ama bunu, her zaman, her yerde, herkesin bilip kabul ettiği bir şey olarak gösteriyorsunuz) karşınızdakinden üstün olduğunuz; bu üstünlüğünüzün de, doğal olarak, hakkı (doğruyu, 'doğal' olanı, yetkeyi) tekelinizde bıraktığını..." (s. 35)

Kısmet Büfesi #2

"Yaşamak pek başka bir iştir. Kiri var, pası var, ayıbı var, rezilliği var." (s. 114)

Kısmet Büfesi

"yürü-
mekten
başka
bir şey
bilme-
yen
nereye,
niye, ne-
ye gitti-
ğini bil-
meyen
bir yere
gittiğini ol-
sun bilme-
yen
ozan karıncaları
g i b i y d i m
çıdamla
yürüyen
bu düzlük-
te engebe-
sizlikte." (s. 78)

18 Şubat 2011 Cuma

Altı Ay Bir Güz

"Sonun, başın, ortanın birbirine karıştığını, anlamını yitirdiğini, tersinmez zamanın boyunduruğundan kurtulduğunuzu duyduğunuz bir gün gelir. Yaşlanmışsınızdır, yaşamınız artık sizin malınızdır. Malınızı istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Yeterince güçlü, yerini bulan bir fiskenin -ister içinizden gelsin ister dışarıdan- sizi nasıl dağıtabileceğini, elinizden her şeyi -bir kırıntısını bile bırakmamacasına- bir anda alabileceğini öğrenmiş olduğunuz ölçüde yaşamnıza egemensinizdir artık. Ölümünüz, çalamayacağınız ilk fotoğraf olacaktır sevdiğinizin, özellikle uyurken, ama düşünür, yürür, okur, denize bakarken de, bol bol çaldığınız fotoğrafları öğretir bunu size.
Fotoğraflar biriktikçe öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmağa değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uymasına bağlıymış gibi düşünelim?" (s. 69)

15 Şubat 2011 Salı

Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler #2

"Rahatsız bir evin sıkıntısını çekenlerin soğuk gecelerde yeğledikleri sığınak hep sinema olur. Marcovaldo büyük perdede gösterilen kırları, kayalık dağları, ekvator ormanlarını, çiçekler içinde yaşanan adaları ayağına getiren, yeni ufuklar açan renkli filmlere bayılıyordu. Filmi iki kez izliyor, sinema kapanırken çıkıyor, zihninde o ülkelerde oturmayı, o renkleri solumayı sürdürüyordu. Ama yağmurlu gecede eve dönmek, durakta 30 numaralı tramvayı beklemek, yaşamının tramvay, trafik ışıkları, bodrum katı, gaz ocakları, asılı çamaşırlar, paketleme ambarları ve bölümleri dışında bir senaryo tanımayacağını kabullenmek, filmin güzelliklerinin solup karamsar bir hüzne dönüşmesine yol açıyordu." (s. 59)

Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler

"Yaz geceleri sıcaktan uyuyamayanların odalarına açık pencerelerden giren kent gürültüleri, gecenin gerçek kent gürültüleri; belirli bir saatte motorların, hangisinin çıkardığı bilinmeyen gürültüsü azalıp sustuğunda, sessizliğin içinden, uzaklıklarına göre sıralanarak, bir gece kuşunun ayak seslerinin, bir gece bekçisinin bisikletinin gürültüsünün, uzaklardan yükselen boğuk bir çığlığın, üst katlardan bir horlamanın, bir hastanın inlemesinin, her saat başı çalmayı sürdüren eski bir duvar saatinin sesinin teker teker, açık seçik gelmesiyle duyulur. Sabah işçi evlerinin saat orkestrası çalıncaya, raylardan br tramvay geçinceye kadar da sürer." (s. 46)

14 Şubat 2011 Pazartesi

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #11

"Geçmiş değişmez,
Bir sevinçler kalır elimizde..." (s. 227)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #10

"Sevdiklerimizin resmini ister, yanımızda taşırken, ondan bir parça, onun kâğıda düşmüş gölgesini taşımak gibi bir ilkel büyü yoluna mı sapıyoruz yoksa doğrudan doğruya yüzünü, sevdiğimizi bildiğimiz, söylediğimiz bu insanın yüzünü unutmaktan kendimizi kurtarmak gibi çook daha gerçekçi bir davranış mı gösteriyoruz?" (s. 123)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #9

"İyi okur omak, çok okumuş olmak, başkalarının nasıl yazdıklarını bilmek yetmiyor, hiç yetmiyor. Her zaman bir çeşit imrenme duymuşumdur birtakım yazarlara: Hani ne okudukları sorulduğunda, bilmem ki, unutuyorum, ne bileyim ben, şairleri okurum, Amerikan (ya da Fransız) romancılarını okurum, hiç okumam, gezer, tozar, eğlenirim, çalışırım, sonra bir şey yazmak isterim, oturup azarım, okumasına okurum ama elime ne geçerse okurum diyen birtakım yazarlara... Kendini arılara benzetmek isteyen yazarlara. Bense elma kurdu, erik kurdu gibi mi semiriyorum? O da değil. Bir tek yemişe bağlanmak, hangi çiçeğe konduğunu bilmeden, bir pembesine, bir sarısına konmaktan adha iyi değil. Okuyan insan olmak daha namusluca bir iş. Üstelik okuduğunu şakaya, alaya, yalancı alçakgönüllülüğe vurmadan söylemek daha iyi."(s.116)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #8

"Anlayamıyorum, hem bu yıldönümü merakınız nereden ileri gelir? Sanki her olayın yıldönümü kutlanmasa olmayacak mı? İşleri yürümeyecek mi bu ülkenin? Saçma, saçma diyorum size, eski zamanda bile bugünkü kadar bir şeyleri kutlama merakı yoktu, bugün bir şeyler kutlamak için, bir şeyler kutlama fırsatını yaratmak için neredeyse geçmişte birtakım olaylar uydurmağa kalkacaklar." (s. 105)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #7

"Yüzleşme...
Her kitap, bir çekirdeğe ulaşma çabasıyla başlar sanıyorum. Henüz, etinin dokusu bilinmeyen, tadına bakılmamış bir düş yemişinin henüz olmayan, oluşmamış yüzeyinden -rengi bile görülmeyen yüzeyinden- içeri toplu bir iğneyle girer gibisinizdir. Sert kabuğunu delip, delinmeyeciğini umduğunuz, size karşı koyacak güçte olmasını beklediğiniz bir çekirdeğe ulaşasıya.
Çekirdeğin içi, toprağa düştüğünde hiç bilmediğiniz bir bitkiyi, bir ağacı doğurup büyütecek o çekirdek içi, sizin kaygılarınızın dışında kalır. Siz ancak bir sapın ucunda o çekirdeğin ilk düğümü çevresinde oluşacak etin yapıcısı olacaksınız. Çekirdeği bulduktan sonra, sabırlara kat kat et, tat, renk giydireceksiniz o çekirdeğe. Öyle ki kitabınız bittiğinde artık -hiç değilse sizin açınızdan- tadı, dokusu, rengi bilinen bir yemiş tutarsınız elinizde. Sonra da o yemişi atarsınız ortaya, ısıracak, gagalayacak, kemirecek birileri çıkar diye umarak.
Her kitap, sanırım, kör, kısa bir inişle uzun, zahmetli, çekirdeğin çevresinde dönenip harfe harf, sözcüğe sözcük, katmana katman katan, çekirdekten uzaklaştıkça, anlam yüklenen bir çıkışın öyküsüdür. Bir yokluk içindeki yolun bittiği yerden geriye dönerek o yolu uydurmaktır." (s. 91)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #6

"Ömrümüzün en güzel yılları diye bir şey yoktur gerçekte. Bir yığın küçük büyük sevinçle bir yığın büyük küçük acının bir araya gelerek yaptığı bir bileşime yıllar geçip bedenimizin gücü azaldıkça, zihin gücümüz genişlemiş gibi göründükçe, büyük işler yaptığımız, büyük mutluluklar yaşadığımız yanılsamasına kapılırız, o kadar..." (s. 78)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #5

"Nesnelerin yaşayanı ne kadar ilginçse, yaşayanların nesneleşmesi o kadar korkunç, o kadar tiksinç." (s. 67)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #4

"Geçiciliğin, geçip gidiciliğinin farkına varmak
yani yüzlerin kırışmasını, kitapların sararıp kararmasını, birkaç yıl içerisinde bir sokağın, bir semtin altının üstüne gelmesini yaşar gibi, farkına varmak
aynı zamanda, geleceğin de farkına varmak değil midir? Yeni günün, başkalığın, bizsizliğin, belki de umudun farkına varmak değil midir?" (s. 40)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #3

"Kendi anılarımız, başlarının bizimle ilişkili anıları... Anılardan başka bir şey değiliz. Meğer bir başka anı yumağı, yani bir çocuk, bir oğul ya da bir kız doğurmuş, doğurtmuş, büyütmüş olalım, ya da, bir yapıt bırakmış olalım ardımızda. Eylemlerimiz, zaten, anı olacaktır." (s. 38)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu #2

"Çok sonra anlıyoruz geçiciliğin anlamını.
Önceleri günler vardır yalnız. Şu gün çamaşır yıkanır, şu gün sinemaya gidilir. O günlerin beklenişi, yılgısı ya da ödüllük niteliği yaşanarak, geçirilir öbür günler. Yazın denize gidileceğini, kışın kar bekleneceğini öğreniriz. Günün birinde de öğrenilecek her şeyi öğrendiğimize karar veririz.
Bundan böyle her şey belli bir düzen içerisinde akıp gidecekmiş gibi yaşamağa başlarız." (s. 34)

Lağımlaranası ya da Beyoğlu

"Tanrı bu taşların, avluların, merdiven boşluklarının, bodrumsu dükkânların önce kokusunu yaratmış olsa gerek. Kulları, ondan sonra taşları üst üste koydular, boşlukları ellerinden geldiğince azalttılar, daralttılar, sonra da kedileri saldılar ortalığa, diyesim geliyor. Kocamaktan yaşamağa vakit bulamayanın karşısında gençliğini, bir kişinin demek istiyorum, gençliğini, gençliği olmuş olabileceğini düşünmek, hangi babayiğidin harcı? Bu taşlar genç, bu kediler deli olmuş olamaz bir vakitler." (s. 16)

1 Şubat 2011 Salı

Veciz Sözler #4

"Dostoyevski'yi lisedeyken, hayatının baharındayken okuyan biri iflah olur mu?" (s. 14)

Veciz Sözler #3

"Sulhi bir gün, 'Okuduğum kitapları düşündüğümde, hepsini asıl şimdi okumalıyım, diye düşünüyorum,' diyor ve bizimkiler başlıyor yine coşkuyla konuşmaya; şunları şunları şimdi okumalı, sayıp dökülüyorlar. Dönüp dönüp aynı kitapları okumanın nasıl güzel bir şey olacağını konuşuyorlar. Çizgi çizme kolay, ama ya çember, diyorlar..." (s. 98)

Veciz Sözler #2

"Eskiden, ama çok eskiden; dünyada daha denizler, göller, nehirler yokken sular yalnızca bardaklarda ve sürahilerdeyken, üzgünbalığı adında bir balık yaşarmış. Gözleri simsiyah, ağzı küçücük olan bu balık, mavi, kırmızı ve yeşil pulları güneşin altında parlarken havada dolaşır, hiç arkadaşı olmadığı için üzülür, durmadan ağlarmış. Öyle çok ağlamış, öyle çok ağlamış ki, sonunda dünyanın çukurlarında gözyaşı biriktirmeye başlamış., sonra da taşıp nehirler halinde akmış üzgünbalığının gözyaşları, daha büyük çukurları doldurmuş, deniz olmuş." (s. 78)

Veciz Sözler

"Peki ama sevmek için ne gerekir? İşte tam bu noktada nedensizliğin arsız kuşları üzerinize pisler. Ciddiyim, bir de bakmışsınız, seviyorsunuz. Biri çıkar karşınıza, balkon yıkamanın çok güzel bir şey olduğunu söyler, seversiniz. Bir başkası çıkar, çocukluğundan beri gülümsemenin dudaklardan, yüzlerden nasıl silindiğini takip ettiğini söyler, seversiniz. Bütün çocukların okuldan koşarak çıktığını fark edip etmediğini sorduğunuzda, 'Evet, üstelik kışın, paltolarını giymeden yalnızca kapşonlarını başlarına geçirip öyle koşarlar.' yanıtını veren genç bir kadını, güzel domates kesen orta yaşlı bir adamı, Oktay Rifat'ın 'Bir Uykuda' şiirini çok seven birini, ispirto ocağını, cezvesini ve fincanını yanından ayırmayan bir kahve tiryakisini, kızının saçlarını tarayan bir babayı, 'bal kavanozu' diyemeyip 'bal kavanözü' diyen bir anneyi, herkesi herkesi sevebilirsiniz. İnsan sevilecek bir canlıdır. Gezegenimizdeki en güzel şeydir. Yattığım yerden biliyorum bunu." (s. 34)

31 Ocak 2011 Pazartesi

Narla İncire Gazel #10

"Kimin nasıl bir anısı haline geleceğimizi hiçbirimiz bilemeyiz..." (s. 136)

Narla İncire Gazel #9

İnsanlar Kitabı
"Bir kitap --- yazaru "bu kitaba her düşündüğümü, her tasarladığımı, her yaşadığımı koyacağım" diyenlerden bile olsa --- ancak bir yazıp on atmak, en vazgeçilmez görünen yeri bile sırası gelince atmak koşuluyla biter. Sırası gelince... Yani bitmiş görünen kitabı, her tasarladığını unutarak, yazmış olduğunu bile unutmağa çalışarak, en baştan ele aldığında... Yazma işini böyle anlayan da var, öyle diyelim. Kitap ancak sen, ürettiklerinin çoğunu atmağa razı olduğunda, yani kitabın belirli parçalarının, öğelerinin kendi kendine yeten bir düzen kurduğunu görebildiğinde biter. Kim bilir, bu düzeni başta biraz sezmiş, kurmağı bir ölçüde tasarlamış olabilirsin. Ama bu düzen ancak yazdıkça, yazmak için kafandakileri ayıkladıkça kurulur. Böyle şeyler söylemek birçok sorunun sorulmasına yol açar; ama bu sorular, bir bakıma, boş yere sorunun sorulmasına yol açar; ama bu sorular, bir bakıma, boş yere düşündüklerini açıklaması, kendi açısından anlam taşımaz. Onu okuyan için de, yazarın düşündükleri değil, yapabildikleri ---ya da, yapamadıkları--- önemlidir. Onun düşüncelerinden yararlanıp yazı yazacaklar, yazı yazmasını öğrenecekler... diye bir şey olamaz. Yazı yazacak kişi, başkasından öğrendiğini, o başkasının kitabını okuyarak öğrenir. Yazı yazma üzerine düşünceler, tartışmağa, düşünmeye yarar. Yazıyıu öğrenmeğe değil.
Çocuk büyüyor; anası babası olsun, onların yakınları olsun, kimi huyunu, davranışını beğenmiyor çocuğun; açıkça söylüyor ya da içinden geçiriyor. Demeğe getirdikleri, "böyle olmayabilirdi" o kadar. "Şöyle olacağına böyle olaydı ya," da denir; ama o denene, diyen de inanmaz. "Böyle olmayaydı keşke"... Herkes bir şeyler dileyebilir ya, olacak var, olmayacak var. Sınırlarının farkındayızdır, dururuz; kendimizi bu duruma uyarlarız, yapacağımız budur.
İnsan söz konusu olduğunda kabul ettiğimizi, örneğin sanatta kabul etmemiz niye bu kadar güçleşiyor?" (s. 128)

Narla İncire Gazel #8

İnsanlar Kitabı
"En usta, en iyi niyetli, en çalışkan okurun bile önünde, yazılması durmuş, kıpırtısız metin vardır. Yaşamak ile yaşanmışı okumak gibi bir şey. Mi?" (s. 91)

Narla İncire Gazel #7

İnsanlar Kitabı
"Yazı yazarken, her tümceyi, tümce parçasonı, sırasında her sözcüğü, arkasından gelecek olan tümceden, parçadan, sözcükten ayıran, uzun ya da kısa, bir süre vardır; ikircikle, olasılıkların, olanakların gözden geçirilmesi, tartılması, seçilmesiyle, verilen kararın bir daha, bir daha düşünülmesiyle doldurduğum bir süre... Okur, bu süreyi bilmez, yaşamaz." (s. 89)

Narla İncire Gazel #6

İnsanlar Kitabı
"Az konuşan, yalnızlığı asıl durumu bellemiş insanların çok konuştuklarını farkettiklerinde birden utanıp susmalarına benzettim susuşunu. Okumamış olduğum sayfayı çevirirken 'on dakikadan önce konuşmağa yanaşmazsa, doğru düşünmüş olacağım," diye bahse giriyorum içimden." (s. 88)

Narla İncire Gazel #5

Üç Tanımlık Ara Söz
"Yaşamımıza doldurduğumuz, yaşamımızı doldurduğumuz işler üşüşüyor usuma. Vaktimiz azaldıkça ağırlığı artan, umutsuzluğu gönlümüze çöken işler. İsteğimiz azaldığı için gücümüzün de azaldığını sandığımızdan gözümüzde büyüyen "yapılacak iş" yığını..." (s. 41)

Narla İncire Gazel #4

Hayvanlar Kitapçığı
"İnsanın bir zamanlar farkında olduğu bir dirim dengesi ortaklığının yerine, sömürücülüğün ya da daha kötüsü, aldırışsızlığın da ötesinde bir bakar körlüğün almış olmasını ürkünç buluyorum." (s. 31)

Narla İncire Gazel #3

Hayvanlar Kitapçığı
"'Eğitsel' hayvanlarımız çocuk kitaplarında kala, ayılar, tavşanlar, köpekler evlerin birer köşesinde tozlana ya da güvelere yem oladursun, onları kucaklarında sıka sıka uyumuş olanlar şimdi arabalarının önüne çıkan sevilmişleri çiğnememekle yetinmeyi iş sayıyorlar. (Arabalarımıza binip nerelere yetişiyoruz? Yazgımızdaki hangi ölüme, ölümlerden hangisine?)" (s. 23)

Narla İncire Gazel #2

Hayvanlar Kitapçığı
"Batan güneş ister yatay ister düşey konumlarında dakikalar boyu bakmak, belki de en çok sevdikleri birkaç şeyden biri... Dünyanın eski, çok eski bir çağının bugün bizlerle birlikte yaşamakta olduğunu anımsatırlar bize. İçimizde dünyanın çok eski bir çağını taşıdığımız da, insanca edindiğimiz bilgilerden çıkarılabilecek bir başka bilgi. Farkında mıyız?" (s. 19)

Narla İncire Gazel

"Fotoğraflar biriktikçe, öncelik-sonralık dediğimiz bir bağıntının, önemini yitirdiğini, zamanla yok olduğunu görürüz. Anlatmağa değer gördüklerimizin kavranabilmesi, niye bir sıraya uyulmasına bağlıymışçasına düşünüp eyleriz ki?" (s. 10)

24 Ocak 2011 Pazartesi

21 Ocak 2011 Cuma

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra #6

"Hayatında ilk kez kitaplardan biraz ürktü sanki. Farklı kalınlıktaki, boyda ve renkteydiler ama gizli, ortak bir niyetleri vardı ve bu niyetleri anlaşılmasın diye sırtlarını dönmüş yan yana duruyorlardı." (s. 129)

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra #5

"Her şeyi yerli yerinde, tıkır tıkır işleyen bir hayat kurduğunda, o hayatı yerle bir edecek bir felaket kurgulamak da farz olur." (s. 109)

"İnsan yarattığını yok edebilmek de ister." (s. 109)

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra #4

"Küçük şeylerden filizlenen, büyüyen balta girmemiş orman. Ona yazgı diyoruz, ama masa saatinin içine nasılsa girip altı rakamının dibinde ölmüş kalmış küçük bir sinek de diyebiliriz. Çünkü artık burada, bu dünyada her şey parçalar halinde ve her bir parça diğerinin yerine geçebiliyor. Yadırgamıyoruz. Çıldırmamız gerek ama yadırgamıyoruz. Ben örneğin hem kendini beğenmiş biri hem bir akvaryum balığı olabiliyorum, tül tül yüzgeçlerimle aptallık ve ölüm taşıyorum. Bu balık gerçeğin kendisi olabiliyor, ama gerçek daima biraz hüzünlüdür. Gerçeği ararken bir yandan da bulduğumuz anda değiştirmeyi düşleriz. Çünkü aynı zamanda gerçek daima biraz utanç vericidir.
Utanç bizi ikiye böler. İkiye bölünmenin en dayanışmaz yanı, iki parçanın da hâlâ canlı olmasıdır. İnsan herhalde bu yüzden kendini öldürmeye kalkışır. İkisinden biri gitsin, der.
Bilge her zaman tek parçadır ve bir tepeyi tırmanır. Zaten bilgeden beklenen de budur. Bilge tepeyi tırmanırken, yukarıdan bakıyorum yine de körüm, der geniş kanatlı kuş. Dilimi ısırdım derdim içimde kaldı, diye inler taş. Kuşun gördüğünü olmak ister bilge, taşın derdini dinleyen. Çünkü ondan beklenen budur.
Ben bilge değilim.
Bir şey sunulmuştu bana, bir hediye, bir meyve. Ama ben o meyveden tadamadım, gök erik gibi kaldı avucumda dünya. Şimdi ben uykusuzum, yalınayağım, kendimle meşgulüm. Kapımın önünde boş peynir tenekeleri, yağmur suyu biriktiriyorum. Kendi kendime, sanatçı tecrübe edinemeyen insandır, diyorum, bu dünyada hiçbir tecrübesi olmayan insandır, ama şimdi sen karala bunun üstünü, yırt sen bunu olmadı çünkü, olmadı işte.
Nafile" (s. 98)

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra #3

"Daha mı iyi çıplak ayaklarını yakan geniş kumsalın bitmesi?
Çünkü sonrası büyük, soğuk deniz." (s. 71)

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra #2

"... Çünkü edebiyat bu soruyla başlar. Sana anlamsız gelebilir ama ben bu soruyla birlikte kompozisyonu yazanın gerçekten de 'başka biri' olduğunu ve bu başka birinin içimde bir yerde olduğunu, benim görüp işittiğimi bile fark etmediğim şeyleri görüp işittiğini, sonra da kâh kendisini köle olarak kâh beni köle kılarak yazdığını ilk bu soruyla keşfetmiştim." (s. 30)

Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra

"Benim için artık bir şehirden, yaşadığın bir yerden nefret etmek kendini aşırı sevmek anlamına geliyor." (s. 17)

4 Ocak 2011 Salı

Göçmüş Kediler Bahçesi #6

Masalın da Yırtılıverdiği Yer
"Masallar, alışılagelmiş bir düzen içinde
(gerçekte, her gün yineleyip durduğumuz birkaç devinime bile alışık olduğumuz söylenemez
ya birtakım temel olguların -kabaca da olsa- yineleyeceğini düşünegelmenin yaşamı
kolaylaştırır gibi olmasından başka bir dayanağı yoktur bu 'alışılagelmiş'in)
alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın
(yaşamın inişli yokuşlu akıp gittiği imgesine gerektiğinden çok bel bağlarız, unutmamalı)
alışılagelmiş bir düzen içinde akıp giden yaşamın bir yerinde, bu düzen, bu alışılmışlık dokusunun yırtılıvermesinden ortaya çıkmıştır hep." (s. 226 - 227)

Göçmüş Kediler Bahçesi #5

Masalın da Yırtılıverdiği Yer
"Belki de en 'mutlu' masal, birbirlerine saygı duymuş, birbirlerini sevmekte gerçek eşitlik tansığına ulaşmış -ya da ulaşmağa çalışmış- sevgililerin masalı; bir araya gelmeleri için, ölmeleri, gömülmeleri gerekmiş de olsa... Öğrenilecek başlıca erdem, belki de, bu eşitliktir." (s. 218)

Göçmüş Kediler Bahçesi #4

Masalın da Yırtılıverdiği Yer
"Kedilere benzeyebilseydik keşke. Öyle diyesim geliyor sık sık, bu son yıllarda. Yaşadıkları anın iyicene farkındalar gibi. Bir şey bekliyorlarsa bir deliğin başında, onları oyalayıp oradan uzaklaştırmak pek güç. Bildikleri bir yerde bildikleri bir iş görülürken, her gün seyrettikleri, kendilerince katıldıkları (anlayamadığımız, bakarak da bir işe katılınabilldiğidir) o işe sanki ilk kez bakacaklarmış gibi uyuklamakta oldukları yerden kalkmağa üşenmeden, gidip seyrederler yapılanları... Uykularının hangi katındalarsa, o katın uykusunu yaşarlar." (s. 212 - 213)

"Ama sabah saatleri, benim kavga saatlerimdir. Beni kendimden başkası olmağa zorlayacak işleri o saatlerde bir güzel görürüm de öğleyi bulmadıkça mektup bile yazmak istemem. Dünyaya, insanlara, çevreme, her sabah yeniden uyarlamam gerekir kendimi. Konuşmak bile güç gelir. En azından, kavga etmeksizin, kırıcı olmaksızın, 'hırlamak'sızın konuşmak... Yazı işe, çok söylemişimdir, acılarımı, öfkelerimi kusmak için kullanmak isteyeceğim bir araç değil benim gözümde. Yazıyı araç diye görenlere saygı duyabilirim; ama ben, kalemi elime aldığımda, -acıların, öfkelerin tortusuyla doldursam da yazımı- dolaysız acımı, dolaysız öfkemi dökmeyeceğim diye karar verdim. Günüm öğle üzerleri başlar benim, gecenin en sessiz saatlerine dek genişleye genişleye sürer.

Ama kitapların da bir yerde bitmesi gerekir." (s. 215)

Göçmüş Kediler Bahçesi #3

Bir Başka Tepe
"Yaşamnın artığından eksiğinden çok, çeşitleri var. Herkes elinden geldiği ölçüde yaşar. Nedir zaten yaşamak dediğin?
Garip değil mi yaşamımızı nasıl kurduğumuz? Bir iplik parçası, bir çivi, bir mantar, bir kâğıt, bir paçavra, biraz toz, birkaç hiç... Bir araya gelir bunlar, adı "bir yaşam" olur." (s. 205)

"Yola çıkmamı bırakalım bir yana, tepeye tırmanmağa başladığım sırada bile, yapacağım işin ululuğu doldurmaktaydı içimi. Oysa şimdi, çıkışımı bitirmek üzereyim, doruğa yaklaşmaktayım, ama beni ayakta tutan, yürüten, ilerleten, doruğa varma düşüncesi değil artık. Belki de, varacağı yere yaklaştığını, vardığını bilmenin verdiği bir gurur duygusuyla öyle oluyor kişi. Herkesin üstüde bir yere ulaşmış durumdayım. Çok çok, sisten çıkıp doruğa varmak, başımı sağa sola çevirmekle yetinip her şeyi, her şeyin geçmişini geleceğini görmek var bundan sonra, daha yukarıda, biraz daha yukarıda. Son olacak yukarıda. Görüp ne olacak, demez mi kişi? Kime anlatacak gördüklerini aşağı inmeden? Aşağı inmekse galiba olanaksız. Kitaplar çıkanı yazmış bugüne dek, tek tük de olsa. Ama inmeden söz edilmiyor hiçbir yerde. Edindiği bilgiyi aşağıya ileten, varsa bilinmiyor.
Kaldı ki oraya varan, vardıktan sonra güç iner..." (s. 205 - 206.)

Göçmüş Kediler Bahçesi #2

Usta Beni Öldürsen E
"Her gösteriden önce mahallede kapı altlarından attıkları, kahvelere, kıraathanelere bıraktıkları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarının birer örneğğini, her gece, eve döndükten sonra özenle özel sandığına yerleştiren ustasu, bir gece, artık yetiştin, usta cambaz oldun, bu işi sana bırakıyorum dediğinde, bu sözlerin gönül okşayıcılığını bir yana iterek, bunlar da anı değil mi sanki usta, diye soracak olmuştu da, ustası kükremiş, yetişmemişsin daha, diyerek onu bir sıkı paylamıştı. Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız düpedüz, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık kaldırıp taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bize çökertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?" (s. 114)

Göçmüş Kediler Bahçesi

Korkusuz Kirpiye Övgü
"Korkumuzu azaltmalıyız. Azaltmak için de dolaşıp gezmeli, gerçek tehlikelerle karşılaşıp bu tehlikelerden kurtulmanın yolunu bulmalıyız. Yola çıkarken, yalnız düşmanla karşılaşacağımı düşünüyordum, dostlar da çıktı karşıma. Dostu tanımak için gerekli vakti her zaman bulabilir miyiz? Ben de biliyorum: Yok o kadar vaktimiz." (s. 68)

2010 Kitaplığı

Ocak 2010
Jale Parla - Don Kişot'tan Bugüne Roman
Vüs'at O. Bener - Dost / Yaşamasız
Şubat 2010
Semih Gümüş - Öykünün Bahçesi
Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda
Adalet Ağaoğlu - Romantik Bir Viyana Yazı
Demir Özlü - Bunaltı
Nurdan Gürbilek - Ev Ödevi
Jean Paul Sartre - Bulantı
Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar
Mart 2010
Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli
Soren Kierkegaard- Kaygı Kavramı
Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur
Vüs'at O. Bener - Buzul Çağının Virüsü
Demir Özlü - Bunaltı
Jean Paul Sartre - Varoluşçuluk
Nisan 2010
Onat Kutlar - İshak
Bilge Karasu - Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
Orhan Duru - Bırakılmış Biri
Bilge Karasu - Gece
Erdal Öz - Yorgunlar
Ferit Edgü - Kaçkınlar
Beşir Fuad - Şiir ve Hakikat
Oruç Aruoba - İle
Talat Parman - Ergenlik ya da Merhaba Hüzün
Şahabeddin Süleyman - Çıkmaz Sokak
Mayıs 2010
Sevim Burak - Ford Mach I
Hasan Kolcu - Hece - Aruz Tartışmaları
Feyyaz Kayacan - Sığınak Hikâyeleri
Bilge Karasu - Troya'da Ölüm Vardı
Tomris Uyar - Dizboyu Papatyalar
Leylâ Erbil - Cüce
Haziran 2010
Tomris Uyar - Yaza Yolculuk
Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar
Cervantes - Don Quşjote I
Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
Ahmet Hamdi Tanpınar - Hikâyeler
Handan İnci - Roman ve Mekân
Selçuk Baran - Güz Gelmeden
Temmuz 2010
Cervantes- Don Quijote II
Nurdan Gürbilek - Yer Değiştiren Gölge
Abdullah Uçman - Fatih'te Geçen 40 Yılın Hikâyesi
Virginia Woolf - Orlando
Mina Urgan - Virginia Woolf
Ahmet Hamdi Tanpınar - Aydaki Kadın
Vladamir Nabokov - Pnin
Ahmet Hamdi Tanpınar - Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa
Laurence Sterne - Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri
Franz Kafka - Dava
Ağustos 2010
Tomris Uyar - İpek ve Bakır
Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz
Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı
Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz
Bilge Karasu - Ne Kitapsız Ne Kedisiz
Ahmet Hamdi Tanpınar - Tanpınar'ın Mektupları
Eylül 2010
Orhan Pamuk - Manzaradan Parçalar
Yıldız Ecevit - Türk Romanında Postmodernist Açılımlar
Herman Melville - Kâtip Bartleby
Murat Gülsoy - 602. Gece
Refik Halid Karay - Memleket Hikâyeleri
Refik Halid Karay - Gurbet Hikâyeleri
Sabahattin Ali - Yeni Dünya
Sabahattin Ali - Kağnı / Ses
Sabahattin Ali - Değirmen
Ekim 2010
Şerif Aktaş - Refik Halid Karay
Gaston Bachelard - Uzamın Poetikası
Oscar Wilde - Dorian Gray'in Portresi
Thomas Mann - Venedik'te Ölüm
Kasım 2010
William Faulkner - Ses ve Öfke
Ayşe Sarısayın - Unutulmaz Bir Atlı
Tomris Uyar - Yaz Düşleri Düş Kışları
Dostoyevski - Yeraltından Notlar
Tezer Özlü - Yaşamın Ucuna Yolculuk
Nurdan Gürbilek - Mağdurun Dili
Tezer Özlü - Eski Bahçe / Eski Sevgi
Lukacs - Roman Kuramı
Barış Bıçakçı - Aramızdaki En Kısa Mesafe
Tezer Özlü - Zaman Dışı Yaşam
Tezer Özlü - Kalanlar
Tezer Özlü - Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar
Tezer Özlü / Ferit Edgü - Her Şeyin Sonundayım
Oscar Wilde - Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil
Tezer Özlü - Çocukluğun Soğuk Geceleri
Roland Barthes - Yazının Sıfır Derecesi
G. Deleuze / F. Guattari - Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin
Refik Halid Karay - Memleket Hikâyeleri
Aralık 2010
Samuel Beckett - Murphy
Refik Halid Karay - Gurbet Hikâyeleri
Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
André Breton - Nadja
Fernando Pessoa - Şeytanın Saati
Georges Perec - Şeyler
Selim İleri - Kırık Deniz Kabukları
Yusuf Atılgan - Bütün Öyküleri
Nathalie Sarraute - Yönelişler