30 Temmuz 2010 Cuma

Dağlar Sada Verip Seslenmelidir

"Geceleri yürek pazenlere sarılı bir saat gibi atar yorganların altında. Başka bir evde mutlaka bir çocuk, kavgasız gecelerin, çorba buğularının ördüğü bir kozanın içinde korunmakta, uyumakta, gelişmektedir gelen güne. Her evin aynı ev oluşu yok o zaman."

Kuytuda

"Kaç yıl yaşadıktan sonra hâlâ yaşamak öyle olağan ki..."

29 Temmuz 2010 Perşembe

Dava


"Biri demişti ki bana -kimdi çıktı aklımdan- sabah erken uyanıp, her şeyi hiç değilse şöyle genel olarak akşamki yerlerinde bulabilmek ne harikulade bir şeydir; hani uyku ve düşlerde yalancıktan da olsa uyanıklıktan çok başka bir hal içinde bulunur insan ve söz konusu kişinin çok doğru söylediği gibi gözlerinizi açar açmaz odadaki nesneleri akşam koyduğunuz yerde bulabilmeniz için sonsuz bir serikanlılık, hatta bir beceriklilik gerekir. Dolayısıyla, sabah uykulardan uyanış günün en korkulu anıdır. Bulunduğunuz yerden bir başka yeren sürüklenip götürülmeksizin bu ânı atlattınız mı, bütün gün korkmazsınız artık." (s. 226)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri #2

"-İnsan ne tutarsız varlık! - Tedavi edilebilecek yaralarıyla yerlerde sürünüyor! - Hayatı ile bilgisi sürekli çelişki halinde! - Aklı, Tanrının ona bahşettiği bu değerli armağan - (yağlamaya değil) duyarlılığını keskinleştirmeye, acılarını çoğaltmaya ve onu bu acılar yüzünden daha kederli ve rahatsız etmeye yarıyor ancak! - Zavallı mutsuz yaratık, neden davrandığından başka türlü davranamaz ki acaba!- Sanki bu dünyada, mutsuz olması için yeterince neden yokmuş gibi, kendi iradi nedenlerini de keder deposuna katmak zorunda mı, kaçınılmaz kötülüklere karşı mücadele etmek ve bazılarına teslim olmak yerine, onda biri bir çabayla bütün bu belaları savuşturabilecekken?" (s. 214)

"Doğanın insan zihnini - yaşlı köpeklerde görülen - "yeni oyunlar öğrenmeme" gibi mutlu bir gerzeklik ve aldırmazlıkla donatılmış olması, büyük bir lütuftur." (s. 230)

"Küçük olaylar karşısında zihnin nasıl yenilgiye uğradığını gözlemlemek ilginçtir: - Bunlar gerek insanlar gerekse nesneler hakkındaki görüşlerimizi nasıl da biçimlendirip yönlendirirler, - hakkındaki görüşlerimizi nasıl da biçimlendirip yönlendirirler, - hava kadar hafif, önemsiz şeyler ruhumuza bir görüş sokup onu Euklides'in kanıtlarıyla bile sökülüp atılamayacak kadar sağlam bir şekilde yerleştirebiliyor." (s. 324)

Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri


"-Benim türümdeki yazarların ressamlarla paylaştıkları ortak bir ilke vardır. -Aslında tümüyle sadık kalarak kopyalamak resimlerimizin yeterince çarpıcı olmalarını engellediğinde, bizler ehven-i şeri seçer ve güzelliği ihlal etmektense hakikati tahrif etmeyi yeğleriz." (s. 112)

"Yazı gerektiği gibi yazıldığında (yani benim yazdığım gibi yazıldığında) karşılıklı söyleşiden başka bir şey değildir. Nasıl, dostlarınızla birlikteyken hep siz konuşmazsanız, -iyi aileden, edepli bir yazar da hep kendi düşüncelerini öne sürmez. Okurun idrakına gösterebileceğimiz en gerçek saygı, bunu dostça ortadan ikiye bölmek ve ona da, sırası geldiğinde, kendi hayal edebileceği bir şeyler bırakmaktır." (s.127)

"Kelli felli tezlerden nefret ederim - dünyadaki en aptalca şeylerden biri, bir tezde kendi kavrayışınızla okurlarınızın kavrayışı arasına, sıra sıra uzun ve anlaşılmaz sözcükler dizerek varsayımınızı bulandırmaktır - oysa, çevrenize bakmış olsanız, muhtemelen konuyu derhal aydınlatacak, ayakta ya da asılı duran bir şey bulurdunuz." (s. 212)

"Ben bu ay, on iki ay öncesinden tam bir yıl daha yaşlıyım; ve gördüğünüz gibi dördüncü cildimin hemen hemen ortasına geldiğim halde - ve hayatımın ilk gününden ileri gidemediğime göre - hayatımı yazmaya başladığım günden yola çıkarsak, şu andan itibaren, fazladan üç yüz altmış dört günkü yaşamımı yazmam gerekecek; o yüzden de her yazar gibi yazdığımla birlikte ilerleyecek yerde - tam tersine, birkaç cilt geriye düşmüş bulunuyorum - eğer hayatımın her günü bunun kadar hareketli geçtiyse -neden olmasın? - Ve hayatımda olup bitenler ve görüşlerim, şimdiye kadar olduğu gibi, bu denli ayrıntılı olarak yazılmayı gerektirdiyse, kısa kesmeye ne gerek var? - Bu hızla yazarsam, yazdığımdan üç yüz altmış dört kez daha hızlı yaşamam gerekir ki, zatıâlilerinizin izniyle bundan şu sonuç çıkar: Ne kadar çok yazarsam geriye o kadar çok yazacak şey kalıyor - dolayısıyla da, zatıâlileriniz ne kadar çok okurlarsa geriye o kadar çok okuyacak şey kalacak." (s. 293)

22 Temmuz 2010 Perşembe

Herkesin Böyle Bir Amcası Olmalı...

"Peki O Zaman Konu Ne?
Romanlarda konu dışına çıkma dediğimiz yerlerde sıkılırız. Zaten sıkılmaya başladığımız andan itibaren romanın konu dışına çıktığını söyleriz kendimize. Öte yandan, romanlarda neyin sıkıcı olduğu da okurdan okura değişir. Kimi uzun doğa tasvirlerinde esnemeye başlar, kimi düğün töreninin ayrıntıları anlatıldığında, kimi yeterince sevişme olmadığı için, kimi olduğu için sıkılır, kimi nakkaşların hünerine kızar, kimi de karmaşık aile ve akrabalık ilişkilerinin renklerine girildiğinde. Zaten, bütün bu konular değil, bir romanı itici ve çekici yapan, yazarının anlatım hüneri ve usulüdür. O zaman da bir kitabın konusunun her şey olabileceğini anlarız hemen. Tristram Shandy işte böyle bir kitaptır; konusu her şeydir." (s. 9)

"Bütün büyük romanlar zaten bildiğiniz, ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğiniz gerçekleri göstermek için yazılır." (s. 19)

20 Temmuz 2010 Salı

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #4

"Hakikaten sıfırdan başlamıştım. Sade temlerimi bulmak, estetiğimi kendime mal etmek uzun senelere ihtiyaç gösterdi. Acayip bir kader her şeyimi geciktirdi. Öyle ki elli üç yaşımda ilk defa evlenen ihtiyar bir kız gibi dışarıya gittim. Bunun ne demek olduğunu Rus edebiyatı ile biraz meşgul olanlar bilir. Kırk yaşımda tek odada müstakil evim oldu. Her şey, hayatımda her şey geç oldu. İlk nesir kitabım kırk yaşımda çıktı. Hâlâ bile ikinci romanım Remzi'de bekliyor.
Şansa inanıyor muyum? İnanmamalı mı? Buralarını bilmiyorum? Fakat muhakkak olan bir şey varsa ömrüm ya şansıma karşı veyahut da hayatımı tarumar eden ahlâkıma ve tabiatıma karşı mücadele ile geçti. Hayatımda loisir'in ve zevkin hakikaten az olan yerine bakıyorum da şaşıyorum. Ben hakiki bir târik-i dünya gibi yaşadım. Altmış yaşımda bir pikabım ve beş on plağım oldu!
Ne yaptım! Beş Şehir'le, okunmayan, bahsedilmeyen Beş Şehir'le bütün o hikâyeler, romanla Türk edebiyatının bütün bir tarafıyım!... Bu eserlerden memnun muyum? Orası başka. Fakat Abdullah Efendi'nin Rüyaları bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti? Huzur ki okuyanların hepsi sevdiler, üç makale ile, Yaz Yağmuru hiç akissiz mi geçecekti?
Bunların Türkiye'ye getirdiği hiçbir şey yok muydu! Türkiye'ye ve Türkçeye. Ya şiirlerim? Hâlâ hiç kimse 'Deniz' manzumesinden bahsetmedi. 'Deniz' manzumesi Türkçenin beş on manzumesinden biridir. Buna makalelerimi de ilâve edin. Hayır, ben adımı küçük şöhretimi hak ettim ve çok ileriye geçtim. Fakat niçin bu kadar haksızlık? Bu işte eksiğim nedir!"

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #3

"Hiçbir şeyi bitiremiyorum. Dün akşam içki, cigara beni çok sarstı. Gece yarısı öksürükle uyandım ve ilk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. Ciddiyetle geldi. Hiçbir şeyi bitiremeden ölmek istemiyorum. O kadar eser ve kullanmadığım o kadar kelime varken... Fakat her şey kafamın içinde, ancak bir sis tabakasının arasından sezebiliyorum. Hattâ seziş de değil. Sadece tahayyül. Arzularımın vehimleri, gölgeler. İsimler, iyi niyetler..."

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #2

"Ahter'in akrabası Melek Hanım Huzur'dan Türkçede tek roman diye bahsetmiş. Ne kadar hoşuma gitti. Okunmamak bir muharrir için en üzücü, çalışamamak daha üzücü şey. Acaba, acaba ömrüm olacak mı ve hakikaten eserim diyebileceğim şeyi bulabilecek miyim? Şiirlerim, romanlarım, hikâyelerim tamamlanacak mı? Bir kere şu para işlerinden kurtulabilsem, son derecede zeki, dikkatli ve soğukkanlı olurum. Bu meseleyi halletmem lâzım. Yarabbim Türk münevverinin tâli'i! Ve bütün Türkiye'nin tâli'i. Fakat bizler hakikaten bedbahtız."

"Michelet XIII'üncü asır insanından bahsederken, ihtiyaçlarla imkânların muvazenesizliğini anlatıyor. Çok mühim bir mesele. Tanzimat'tan sonra Türkiye tarihini bu cümle hülâsa edebilir."


"Hakikaten konsantrasyon kabiliyetim kalmadı mı? Ben böyle dağılarak mı öleceğim? Maddemden evvel düşüncem mi? Rahat konuşalım. Estetiğim nedir?"

"Rüyalar daima güzel, daima bize sanatın kapısını açabilecek birtakım malzeme -hiç olmazsa- vehmini verebilecek şeyler."

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa


"Kendimi tahlil: Çabuk ve korkunç bir çabuklukla hülyaya kaçıyorum. Daima birkaç ay ötede hattâ birkaç sene ötede yaşıyorum. Hülyaya sarf ettiğim saatleri çalışmaya sarf edebilsem..."

"Bütün mesele burada: Hür değilim. Ne kendime, ne etrafıma karşı. Ne para meselesinde, ne de vaktimde. Eserim bitmemiş, yoluna dahi girememiş. Hâlbuki ben bu eser için yaşadım. Ben edebiyat tarihi için yaşamadım. Onu herkes yazabilir. Fakat eser, o benim. Benden başkası yapamaz."

"İnsan niçin değişmiyor? Niçin hep eskisi kalıyoruz? Niçin tabiat herkesle müsavi şekilde konuşmuyor ve neden ben hâlâ on sekiz yaşında bir mürahıkım."

18 Temmuz 2010 Pazar

Pnin #2

"Bir insanın şanssızlığının bir köpeğin mutluluğunu engellemesi için hiçbir neden yoktu."

Pnin

"Bazı kimseler -ben de onlardan biriyim- mutlu sonlardan nefret ederler. Kazık yemiş gibi oluruz biz. Aslolan, zarara uğramaktır. Felaket geliyorum derse gelmelidir."

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Aydaki Kadın #2

"Hayat birkaç imajda nasıl toplanıyor? Ölürken bütün hayatımızı bir anda gördüğümüz eğer doğru ise bu ancak ameliye bizde daha evvel hazırlandığı, hayatımızı böyle birkaç imajda binlerce defa topladığımız için kabil olabilir." ... "İyi ama rüyaları ne yapıyorsun? Bazen bir uyanış lahzasına en olmayacak şeyleri, bütün bir zaman ve hayatı sığdıran rüyaları." ... "Rüyalara gelince o da sanat gibi. Bütünüyle görmüyoruz. Yalnız duygusu bizde tecessüs ediyor. Bir çeşit dinamizm meselesi."

Aydaki Kadın


"İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor. Cemiyetler de böyle değil mi? Hakiki çözülüş birtakım yıkılışlarla kabil. Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın... Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere... Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanla birleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz."

6 Temmuz 2010 Salı

Orlando #2

"Onda kitap sevgisi çok erken başlamıştı. Çocukluğunda bazen geceyarısı bir sayfanın başına geçmiş okurken yakalanırdı. Meşalesini elinden aldılar ve ateşböceği besleyip onları kullandı. Ateşböceklerini elinden aldılar ve bir çırayla az kalsın evi yakacaktı. Konuyu bir fındık kabuğuna sığdırıp, buruşmuş ipeği ve onun bütün çağrışımlarını açmayı romancıya bırakarak kısaca söyleyecek olursak, edebiyat aşkına tutulmuş bir beyzadeydi o. Pek çok çağdaşı ve daha da çok sınıfdaşı bu mikroba yakalanmamayı başarmışlardı ve böylece cancağızlarının istediği gibi koşmakta, at koşturmakta ya da sevişmekte özgürdüler. Ancak bazılarına genç yaşta cennet çiçeğinin tozlarından ürediği ve Yunanistan'la İtalya'dan esen rüzgarlarla geldiği söylenen bir mikrop bulaşmıştı ve bu öylesine öldürücüydü ki vurmak üzere kalkan eli titretir, avını izleyen gözü bulandırır, aşkını ilan eden dili dolaştırırdı. Bu hastalığın ölümcül doğası gereği gerçeğin yerine bir hayalet konulurdu ve böylece talihin her türlü armağanla -sürüyle tabaklar, çarşaflar, evler, hizmetkârlar, halılar, yataklar- donattığı Orlando bir kitabı açar açmaz bu sınırsız servet buhar olup uçardı. Evini oluşturan dokuz dönüm taş yok olurdu; ev işlerine bakan yüz elli adet hizmetkâr kaybolurdu; seksen binek atı görünmez olurdu; miyasmanın altında denizdeki sis gibi buharlaşan halıları, kanepeleri, süslemeleri, porselenleri, tabakları, sirkelikleri, ocaklı sahanları, çoğu som altından başka eşyayı saymak çok uzun sürer. İşte böyleydi ve Orlando çırılçıplak, tek başına oturup okurdu."

Orlando

"Artık güvendiği iki şey kalmıştı: Köpekler ve doğa; bir tazı ve bir gül ağacı. Tüm çeşitliliğiyle dünya, tüm karmaşıklığıyla hayat işte buna indirgenmişti. Köpekler ve bir ağaçlıktı hepsi. Böylece muazzam bir yanılsama dağını sırtından atıp, bunun sonucunda kendini pek çıplak hissedip, köpeklerini yanına çağırdı ve parkta yürüyüşe çıktı.
O kadar uzun bir süredir yazıp okuyarak kapalı kalmıştı ki doğanın haziran ayında pek de bol olan güzelliklerini unutmuştu. Güzel havalarda üstünden İngiltere'nin yarısıyla arada Galler'le İskoçya'nın bir dilimi görünen o yüksek tepeye çıkınca, kendini sevgili meşe ağacının altına attı ve yaşadığı sürece hiçbir erkek ya da kadınla konuşmak zorunda kalmazsa; eğer köpekleri konuşna yetisini geliştiremezlerse; eğer bir daha hiçbir şair ya da prensesle karşılaşmazsa, ömrünün geri kalanını oldukça mutlu geçirebileceğini duyumsadı."

5 Temmuz 2010 Pazartesi

2 Temmuz 2010 Cuma

Taşra Sıkıntısı

"Taşra sıkıntısı, adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için. Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda, uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı. Evin içinde, dört duvar arasında, dantelli tül perdelerin ardında yaşanan bir sıkıntı. Her gün aynı saatte geçen bir trenin böldüğü, tren ufukta kaybolurken yeniden bütün ağırlığıyla çöken; yolu kasabaya düşmüş bir kervanın çanlarıyla dağılan, çan sesleri sönüp gittiğinde daha da artan bir sıkıntı. Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamada taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı. Ancak küçük bir pencereden gün boyu sokaktan geçenleri seyretmenin, bütün gün deniz üstünde taş sektirmenin, uzayıp giden dedikoduların, bütün gün kahvede tavla oynamanın, açık saçık fıkraların, horoz güreşlerinin, gizlenmek zorunda olunan cinsel düşlerin bir an için eritebildiği, giderek daha da arttıdığı bir sıkıntı. Taşrada her gün yaşanan, şehirlilerinse en çok pazar öğleden sonlarından tanıyacağı bir sıkıntı: Başkalık vaat eden haftasonun bittiği, bütün gün evde olan sinirli bir babanın gözüne batmadan katlanılmak zorunda olunan, radyoda maç nakleden spikerin sesinde uzayıp giden pazar öğleden sonraları..."

Don Quijote


"İyi yürekli şövalyenin tüm dünyada çoğalıp yayılmasına, sonunda hiçbir yerde yabancılık çekmemesine şaşmamalı: Bolivya'da bir karnaval kişisi, Eski Rusya'da soylu ama korkak siyasal heveslerin soyut simgesi.
İlginç bir görüngü ile karşı karşıyayız: kendisini doğuran yapıtla ilişkisini gitgide yitiren, anavatanını, yaratıcısının masasını yüzüstü bırakıp, önce İspanya'yı, sonra da uzayı dolaşan bir yazınsal kahraman. Sonuçta, Don Quijote bugün Cervantes'in dölyatağında olduğundan daha büyük. Üç yüz elli yıldır insan düşüncesinin balta girmemiş ormanlarıyla tundrakarı içinden geçiyor, canlılığı ile ululuğu artıyor. Artık ona gülmüyoruz. Taşıdığı zırh acıma, bayrağı güzellik. İnce, kimsesiz, özverili, yiğit olan her şeyin simgesi. Gülünçleme bir erdem örneğine dönüştü artık."