31 Aralık 2010 Cuma

Ceren'e Masal

"Konuşmam yetmiyormuş gibi düşünmeye de başladım. En kötüsü de buydu. Çoğu insanlar gibi düşünmeden konuşsaydım kimse bir şey demeyecekti; ama ben düşündüğümü söylemeye kalktım. Yukarıya bildirildi; başöğretmen beni getirtip ağzıma acı biber sürdü. 'Böyle gidersen beynine de sürülür' dedi." (s. 119)

Kırık Deniz Kabukları

"Bazan bir kitabın sayfaları arasında gezinir, sevinçten, coşkudan, apaçık mutluluktan gözüme uyku girmezdi. Bazan tasalar, sıkıntılar, inanılmaz kaygılar duyardım.
Çok defa, sonuna kadar okuyup sonlarını da öğrendiğim romanların, çoktan bitmiş öykülerin kişilerini yeni bir hayatta yaşatabileceğim kuruntusuna kapıldım. Bu, söze dökemeyeceğim, ayrıca kimsenin tahmin edemeyeceği kadar heyecan verirdi.
Dediğim gibi, bazan bir hayal dünyasında, hele okuduğum kitap el veriyorsa, kendimi olduğumdan başka görür, artık yaşamak istediklerimi yaşar, başka kişilerin kimliğine bürünür, nice nice serüvenlere atılır, yine sevinçler, acılar duyardım. Öyle kaç kez hayatları ve romanları değiştirdim, hayalimde onları yeniden yaşattığım, kaleme aldığım oldu." (s. 2)

19 Aralık 2010 Pazar

Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin

Minör Edebiyat Nedir?
"Kendilerinin olmayan bir dilde yaşayan ne kadar insan vardır günümüzde? Kendi dillerini bile bilmeyen ya da henüz bilmeyen ve kullanmaya zorlandıkları mahör dili de iyi bilmeyen ne kadar insan vardır? Göçmenlerin ve özellikle de çocukların sorunu. Minör bir edebiyatın sorunu, ama aynı zamanda hepimizin de sorunu: Dili eşebileyecek minör bir edebiyat, öz dilden nasıl çekip çıkartılır? İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve çingenesi olur? Kafka, çocuğu beşikten almak, gergin ipte dans etmek diyor." (s. 29)

14 Aralık 2010 Salı

Nadja

"Kimim ben? Pek yapmadığım bir şey ama bir atasözüne göndermede bulunabilirim: Gerçekten de, her şey, dönüp dolaşıp şuna varır: Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyeyim. İtiraf etmeliyim ki bu ifade kafamı karıştırıyor, çünkü bazı varlıklarla aramda düşündüğümden öte, daha özel, daha az kaçınılabilir, daha etkileyici, allak bullak edici ilişkiler oluşturmaya çalışıyor. Bu ifade söylemek istediğimden de fazlasını söylüyor, ben daha yaşarken bana bir hayalet rolü oynatıyor ve besbelli ki, neyse o olmam için, var olmaktan vazgeçmem gerektiğini ima ediyor." (s. 9)

Proust İmgesi

"Proust, tüm dünyanın bir anda bir ömür süresi kadar yaşlanmasını sağlamak gibi akılalmaz bir işi başarmıştır. Ama başka zaman sadece solup giden ya da uyuklayan şeylerin bir anda parlayıp sönmelerini sağlayan bu yoğunlaşma da gençleşmeden başka bir şey değildir. Yitik Zamanın Peşinde, bütün bir ömrü, aslında ancak tek bir an üzerinde toplanabilecek bir dikkat ve bilinçle aydınlatma çabasıdır. Canlandırmaktır Proust'un yöntemi, düşünmek ve çözümlemek değil. Yaşamda bizi bekleyen dramları yaşayacak zamanımız olmadığını bilir. Bizi yaşlandıran da budur işte, sadece bu. Yüzlerimizdeki kırışıklar, biz evde yokken kapımızı çalmış olan büyük tutkuların, günahların ve sezişlerin kayıtlarıdır." (s. 112)

12 Aralık 2010 Pazar

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #11

"'Belki de,' diyorum kendi kendime, 'güzel bir metnin değerinin kesin ölçütü , o metni yazarken alınan zevk değildir; zevk, belki genellikle fazladan eklenen, ama yokluğu metnin değerini düşürmeyen, tamamlayıcı bir durumdur sadece. Belki de kimi şaheserler esneyerek yazılmıştır.'" (s. 240)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #10

"Fotoğraf, gerçeğin bir kopyası olmaktan çıkıp bize artık mevcut olmayan şeyleri gösterdiğinde, yoksun olduğu haysiyeti bir ölçüde kazanmış oluyor." (s. 302)

"Zevk de fotoğraf gibidir. Sevdiğimiz insanın yanında alınan, negatif bir klişedir sadece; bunu daha sonra, evimize döndüğümüzde, insanlarla görüştüğümüz sürece kapısı kapalı olan içimzdeki karanlık odaya girebildiğimizde banyo ederiz." (s. 394)

"Bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı, ancak başlangıçtaki optik yanılgılar (çeşitli denemeler sonucunda) anlaşıldıktan sonra o noktaya gelinebilirdi. Ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir; biz onu yakaladığımızı zannederken yer değiştirir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir." (s. 395)

"İnsan kesin bir anı arar, ama daha o anda görüntü bulanır." (s. 371)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #9

"Bazı insanlar, aşırı meraklarıyla canınızı sıkarlar, bazıları da mutlak meraksızlıklarıyla; bunlara en sansasyonel olaylardan söz edersiniz, haberleri bile yoktur; kimileri, onlarla değil, sizinle ilgiliyse, bir mektubunuza aylarca cevap vermezler veya size bir şey sormaya geleceklerini söylerler; siz, geldiğinizde evde olmama korkusuyla dışarı çıkmaya cesaret edemez, beklersiniz, gelmezler, sizi haftalarca bekletirler; çünkü kesinlikle cevap gerektirmeyen mektuplarına sizden bir cevap gelmeyince sizi kızdırdıklarını zannetmişlerdir. Kimileri de, sizin arzunuza değil kendi arzularına kulak verip, kendileri neşeliyse, sizi görmek istiyorlarsa, sizin ne kadar acil bir işiniz olursa olsun, tek kelime etmenize izin vermeden konuşurlar; ama hava durumu veya kendi keyifsizlikleri yüzünden yorgunsalar, tek kelime alamazsınız ağızlarından, çabalarınıza bir ölü kıpırtısızlığıyla karşı koyarlar ve söylediklerinize, hiç duymuyormuşçasına, tek hecelik cevaplar vermek zahmetine dahi katlanmazlar. Her arkadaşımızın öyle kendine has kusurları vardır ki, onu sevmeye devam edebilmek için, -yeteneğini, iyiliğini, sevecenliğini düşünerek- kusurlarını kendimize unutturmaya, daha doğrusu, bütün iyi niyetimizi gösterip dikkate almaya mecburuzdur. Ne yazık ki, arkadaşımızın kusurunun görmemek konusundaki hoşgörülü inadımız, onun kendi körlüğü veya başkalarına atfettiği körlük yüzünden bu kusuruna saplanıp kalma inadının yanında hiç kalır. Çünkü o bu kusuru görmez ya da görülmediğini zanneder." (s. 282 - 283)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #8

"Beni bilirsin, alışkanlıkların insanıyımdır. En sevdiğim insanlardan ayrıldıktan hemen sonraki ilk günlerde, mutsuz olurum. Ama onları hep aynı şekilde sevmeye devam ettiğim halde, alışırım, hayatım sakinleşir, yatışır; onlardan aylarca, yıllarca ayrı kalmaya dayanabilirim." (s. 270)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #7

"Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir (önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü)." (s. 196)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #6

"Beethoven'ın dörtlüleri (XII., XIII., XIV. ve XV. dörtlüler), elli yıllık bir çaba sonucu, Beethoven dörtlüleri dinleyicisini yaratmış, çoğaltmıştır; böylece, bütün şaheserler gibi, sanatçıların değerinde olmasa bile, en azından toplumda bir gelişme sağlamıştır; bu toplum, bugün büyük ölçüde, şaheserin ortaya çıktığı anda kolay kolay bulunamayan öğelerden, yani onu sevebilecek insanlardan oluşmaktadır. Gelecek kuşaklar dediğimiz şey, eserin gelecekteki kuşaklarıdır. Eserin, (basitleştirmek için, aynı çağda, paralel biçimde, kendisinden başka dehaların da yararlanacağı bir kitleyi geleceğe hazırlayabilecek öteki dehaları hesaba katmazsak) kendi gelecek kuşaklarını kendisi yaratması gerekir. Yani eser bir kenarda tutulmuş, sadece gelecek kuşaklar tarafından tanınmış olsaydı, bunlar bu eser için bir gelecek kuşak değil, sadece elli yıl sonra yaşamış bir çağdaşlar topluluğu olurdu. Bu yüzden de sanatçının, eserinin yolunu izlemesini istiyorsa eğer, yeterince derinliği olan bir yere, uzak geleceğe, eserini fırlatması gerekir." (s. 96)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #5

"Erdemlerimiz, özgür, değişken, kullanımı daimi şekilde bize ait şeyler değillerdir; zihnimizde erdemlerimiz, karşılaştığımızda kendilerini harekete geçirmeyi görev bildiğimiz olaylara öyle sımsıkı bağlanmıştır ki, karşımıza farklı nitelikte bir olay çıktığında, gafil avlanır ve bu erdemlerimizi kullanabileceğimi aklımıza bile getirmeyiz." (s. 8)

11 Aralık 2010 Cumartesi

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #4

"Dünyada benden bu kadar farklı insanlar olmasına hayret etmekteydim; çünkü şehirdeki bu gezintiyi otel müdürü bana bir eğlence olarak tavsiye etmişti; ayrıca otelin, abartılı da olsa, koca bir müşteri topluluğunun zevklerine hitap eden broşürüne bakılırsa, aslında bir işkence mekânı demek olan yeni bir yaşama mekânı, bazı insanlara 'zevk ve mutluluk merkezi' gibi gelebiliyordu." (s. 215)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #3

"Hayat hakkında kötümser bir hüküm verir ve doğru bir hüküm olduğuna inanırız, çünkü mutluluk ve güzelliği de hesaba kattığımız kanısındayızdır; oysa onları hesaba katmamış, ikisinden de bir nebze olsun iz taşımayan sentezler koymuşuzdur onların yerine. İşte bu yüzden bir aydına yeni bir 'güzel kitap'tan söz edildiğinde, sıkıntıyla esnemeye başlar, çünkü okuduğu bütün güzel kitapların bir tür bileşimini hayal eder; oysa güzel bir kitap özeldir, tahmin edilemezdir, kendinden önceki şaheserlerin toplamından oluşmaz, bu toplamı tamamen özümsemiş olmak, bu yeni şaheserin özünü bulmaya katiyen yetmez; çünkü o zaten bu toplamın dışındadır." (s. 207 - 208)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde #2

"Rüyalardaki insanların isimleri bizi yanıltabilir. Sevdiğimiz insanı rüyada, sadece hissettiğimiz acının şiddetinden tanıyabiliriz." (s. 182)

Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

"Romancılar Zaman'ın geçip gitmesini anlaşılır kılabilmek için, yelkovanların dönüşünü delice hızlandırarak okura iki dakikada on, yirmi, otuz yılı geçirtmek zorundadırlar. Bir sayfanın başında umutlarla dolu halde bıraktığımız âşığı, bir sonraki sayfanın sonunda seksenlik, düşkünler yurdunun avlusunda günlük gezintisini güç bela tamamlayan, söylenen sözlere zar zor cevap veren, geçmişi unutmuş bir ihtiyar olarak buluruz. Babam benimle ilgili olarak, 'Artık çocuk değil, zevkleri değişmez artık, vs...' demekle, ansızın Zaman içinde kendimi göstermişti bana; duyduğum hüzün, henüz o bunak ihtiyar değilmişim de, yazarın kitabın sonunda, özellikle zalim olan kayıtsız bir tonda, 'Köyden giderek daha nadir ayrılır oldu. Sonunda temelli köye yerleşti vs...' diye anlattığı roman kahramanlarından biriymişim gibi bir hüzündü." (s. 52 - 53)

3 Aralık 2010 Cuma

Murphy #6

"Sonuçta karşılaşılan yalnızca sessizliktir, kötü gizlenen ve kötü ifade edilen şey arasındaki, beceriksizce söylenen yalan ile zorunlu yalan arasındaki şu kırılgan ayrım."(s. 163)

Murphy #5

"Tedavinin işlevi hastayı kendi küçük, özel çöplüğünden çıkarıp muhteşem dünyanın merak, sevgi, nefret, tutku, sevinme, ağlama gibi farklı unsurlarıyla, paha biçilmez ayrıcalığına yeniden kavuşacağı ve kendisinden hiç de farklı olmayan ötekilerle akılcı ve dengeli biçimde avunacağı duruma getirmek ve aradaki uçurumu kapamaktı.
Ama bütün bunlar, psikiyatrların sürgün diye tanımladığı bedensel ve ussal deneyimi barınak; iyiliksever bir dizgeden kovulmuş olarak değerlendiren, hastaları da müthiş bir fiyaskodan kaçmış kişiler olarak gören Murphy'yi çileden çıkarıyordu. Eğer aklı günlük olayları yorumlamak bilmeyen bir araç gibi alt alta yazıp toplayan şaşmaz bir yazarkasa olsa, o zaman kuşkusuz aklın yitimine üzüntü duyabilirdi. Ama böyle olmadığına göre, aklı diye adlandırdığı şey bir araçtan çok, içinden kendinin soyutlanmış olduğu günlük olayların bir izdüşümü biçiminde ortaya çıktığına göre aklın yokoluşunu, zincirlerinden kurtulmaya özdeşleştirip alkışlamasından daha doğal ne olabilirdi?" (s. 114)

Murphy #4

"Murphy usunu dış evrene sımsıkı kapalı, büyük ve oyuk bir küre olarak tasarlıyordu. Bir fakirleşmeden söz edilemezdi, çünkü bu kürenin içinde dış dünyada bulunan hiçbir unsur eksik değildi. Dışındaki evrende sanal ya da gerçek olan ya da sanaldan gerçeğe dönüşen ya da gerçekten sanala gerileyen her şey onun iç evreninde yerini bulmuştu, bulacaktı." (s. 72)

"Böylece Murphy kendini bir beden ve bir us olarak ikiye bölünmüş hissediyordu. Görünürde bir iletişim vardı aralarında, yoksa ortak bir şeye sahip olduklarını nasıl bilebilirdi. Ama usunu bedeninden soyutlanmış hissediyordu ve ne iletişimin hangi yoldan sağlandığını ne de iki deneyimin nasıl olup da birbirlerinin alanlarına taştığını anlayabiliyordu. İkisin de birbirinden bağımsız olduğuna inanıyordu. (s. 72)

"İkiye parçalanmıştı, bir parçası aydınlık, gölge ve karanlık bir küre olarak tanımladığı şu usundaki odayı terk etmiyordu hiç, burdan çıkış yoktu çünkü. Ama ussal dünyadaki her devini, bedenin dünyasında bir dinlenme gerektiriyordu. Yatağında uyumak isteyen bir adam. Başının ardındaki bölmeden çıkmak isteyen bir fare. Adam farenin gürültüsünü duyduğu için uyuyamaz, fare de adamın gürültüsünü duyduğu için çıkamaz. Biri uyanık kalır, öteki de beklerken mutsuzdur, ama adamın uyuduğunu, farenin de deliğinden çıktığını varsayarsak, ikisinin de mutluluklarını kesinleyebiliriz." (s. 73)

Murphy #3

"Akıl onu kaybetmekten korkanlara kene gibi yapışırdı. Ya onu kaybetmeyi umut edenlere..." (s. 63)

Murphy #2

"Murphy'nin mutsuzlukları erken başlamıştı. Yalnızca ilk ağlayışına kadar gerilere uzanırsak, uluslararası müzik kurallarına göre saniyede 435 çifte titreşimli la olacağına, tık nefes bir sol'dü viyaklaması. Amatör ve oldukça usta bir flütçü olan, eski Dublin Orkestrası'nın ateşli üyesi, dürüst jinekolog, nasıl da düşkırıklığına uğramıştı! Bir ağızdan lanetler haykıran milyonlarca minik gırtlaktan yalnızca Murphy'nin yanlış nota çıkarması, ne büyük bir üzüntüyle saplanmıştı! Yalnızca ilk ağlayışına kadar gerilere uzanırsak." (s. 51)

Murphy

"Üstesinden gelinen her güçlük, yerini bir başkasına bırakıyor. İnsan gereksinmeleri kısır bir döngü oluşturuyor. Biri tatmin edilir edilmez, öteki çıkıyor karşımıza." (s. 42)

"İşler düzelecek beklentisi ortadan kalkarsa, kötüye gider korkusu da siliniyor." (s. 43)

Gurbet Hikâyeleri

Hülle
"İnsan kendi memleketinden uzaklaşıp da böyle başka ırklarla meskûn ayrı isimli yerlere gitti mi bilmediği, görmediği acayip vakalarla karşılaşmak, birtakım sergüzeştler geçirmek ister. Çoğu defa, bunları yapamadığı içindir ki seyahatinden mübalağacı, hatta yalancı olarak döner. Bire bin katmak, habbeyi kubbe yapmak, fili yılana yutturmak... İşte yolculuğun eskiden resimli gazete ve sinema asrından evvelki maksadı bunlar idi." (s. 82)

21 Kasım 2010 Pazar

Çocukluğun Soğuk Geceleri #3

"Süren, akan yaşamın içinde bulunmak ne büyük bir coşku! Hele bu coşkuyu karşılayan, bu coşkuya bulvarları, kahveleri, insanlarıyla yanıt veren bir kentte olmak. Çoğu kez insan yaşamı, yaşanmış coşkuların anısı ile de geçer. Ama yaşamın bazı kesitlerinde bu coşku gece ve gündüz somut olarak kavrar benliğimizi. Bir şarkıyla. Bir resimle. Uzayan bir bulvarla. Sevilen, teni okşanan bir insanla. Yaprakları hışırdayan bir ağaçla." (s. 83)

Çocukluğun Soğuk Geceleri #2

"Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında...
-Hiçbir yanlış değişmedi,
diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum." (s. 28-29)

Çocukluğun Soğuk Geceleri

"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme picamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek............ isterim hep." (s. 20)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #5

"Bir şeyin güzelliğini farketmek ulaşabileceğimiz en yüksek noktadır." (s. 127)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #4

"Göreceğiz, harikulade bir şey olacak - insanın gerçek kendisi. Doğal biçimde, kendiliğinden ortaya çıkıverecek, bir çiçek gibi, ya da bir ağacın gövermesi gibi. Çekişme yaşamayacak. Hiçbir zaman tartışmayacak, karşı çıkmayacak. Bir şeyi kanıtlamayacak. Her şeyi bilecek. Ama bir yandan da bilgi edinme meselesiyle uğraşmayacak. Bilge olacak. Değeri maddî şeylerle ölçülmeyecek. Hiçbir şeyi olmayacak. Gene de her şeyi olacak, insan ondan ne alırsa alsın, sahip olmayı sürdürecek, o denli zengin olacak. Durmadan başkalarının işine karışıp onlardan kendisi gibi olmalarını istemeyecek. Onları farklı oldukları için sevecek. Başkalarının işine karışmamakla birlikte, hepsine yardım edecek, güzel bir şeyin sadece güzel olduğu için bize yardım etmesi gibi. İnsanın kendisi çok mucizevî bir şey olacak. Bir çocuğun kendisi gibi mucizevî bir şey olacak." (s. 215)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #3

"Sanatın bize yaşatamayacağı, yaşatmaktan aciz kalacağı hiçbir tutku yoktur; sanatın sırlarını keşfetmeyi başaranlarımız, sanat eseriyle hangi deneyimleri yaşayacaklarını önceden planlayabilirler." (s. 86)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil #2

"Eskiden kahramanlarımızı kutsallaştırırdık, modern çağda ise bayağılaştırıyoruz onları." (s. 38)

Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil


"İnsanlar, başkaları hakkında konuşurken genellikle sıkıcı olurlar; oysa kendilerinden söz ettiklerinde hemen hemen her zaman ilginçtirler. Düşünüyorum da, bir kitaptan sıkıldığımızda yaptığımız gibi onların ağzını da kolayca kapatabilseydik şayet, harika olurdu böyle insanlar." (s. 37)

18 Kasım 2010 Perşembe

Kalanlar #2

"Öyle anılar var ki gerçek mi yoksa düşünülmüş mü olduklarını bilemiyorum." (s. 34)

Kalanlar

"Bazan bir şey yaşarken olaya dışarıdan bakıp, o olayı yazmak için yaşadığım duygusuna kapılıyorum. O zaman içimden bir ses, karşındakine haksızlık ediyorsun, diyor. Olmaz böyle bir şey, diyor. Olayın içine girmeye çalışıyorum. O zaman da kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor. Böylece kendi özüm ve gözetimim (yazmak için) arasında gidip geliyorum." (s. 30)

15 Kasım 2010 Pazartesi

Zaman Dışı Yaşam

"Kadın doyumsuz özlemini düşünür. Bu bir aşk özlemi değil tıpkı onun gibi güçlü bir yaşam özlemidir. O bu özlemi o ana kadar, aşkla, tanıdığı ve tanımadığı insanlarla olan ilişkileriyle, edebiyata olan sevgisiyle doldurmaya çalışmıştır. Okumak ve yazmakla. Turin'e giden trende tek başına oturduğu bu anda kendisini değiştirmeye karar verir. O anda edebiyatın, yaşamın kendisinden daha canlı olduğunu kavrar ve edebiyatın doğmasının nedeninin de bu olduğunu düşünür. O ana kadar o yaşamın daha canlı bir şey olduğuna inanmıştır. Ama edebiyat daha çok yaşam, daha çok aşk, daha çok duygu, daha çok ölüm yüklüdür." (s. 29)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #5

"Hiçbir şey göründüğü, hatta yaşandığı gibi değil! Her şey hatırlandığı gibi." (s. 97)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #4

"Babam bir felsefe profesörüydü ve şubat ayının fırtınalı, yağmurlu bir öğle saatinde üniversitedeki odasında ölü bulundu.
Bir felsefeci ölü bulunduğunda akla gelecek ilk şüpheli elbette kafasındaki fikirlerdi. Öğle yemeğinde sosyal tesislerde görünmeyince odasına giden ve onu masasına yığılmış olarak bulan çalışma arkadaşlarına da emniyet yetkilileri aynı şeyi sordu: Acaba (yetkililer bunu gerçekten çok merak ediyordu), acaba profesörün kafasında ne tür ölümcül fikirler vardı?" (s. 87)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #3

"Annem yağmurda sırılsıklam ıslanmış eve döndüğünde, 'Bu senin Selma Güneri'den sonraki en büyük aşkın galiba,' demişti. Beş yaşındayken seyrettiğin bir filmde âşık olmuştun Selma Güneri'ye. Zorla, zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmişlerdi onu. Çok üzülmüştün ve âşık olmuştun. Bu üzüntüyle başka ne yapacağını bilmiyordun." (s. 78)

Aramızdaki En Kısa Mesafe #2

"Sonra öyle güzel utandı ki, her şeyi unuttum." (s. 68)

Aramızdaki En Kısa Mesafe

"Anneannem ve ben... Biz... Biz ölüme karşıyız." (s. 63)

13 Kasım 2010 Cumartesi

Mağdurun Dili #2

"Yazar için daima başkasıdır okur. İster tasasız, sıradan, anlayışsız okur olsun, isterse akıllı, sorgulayıcı, anlayışlı olanı, yazara metinin daima bir dışı olduğunu hatırlatır. Yapıt tümüyle o dışı gözettiğinde kendini 'onlar'a, oradaki çıkar ilişkisine baştan teslim eder; müşterisine kur yapmaktan, onu memnun etmekten başka çaresi yoktur. O 'dış' hiç yokmuş, önemsizmiş, yazar onsuz da yapabilirmiş gibi davrandığındaysa bu kez kibrine teslim olur. 'Onlar'dan etkilenmiş olduğunu, kendisinin de biraz onlardan yapılmış olduğunu görmezden gelecektir.
Yapıtın hep bakan, gören, ayna tutan olduğunu söyleriz. Ama ya aynı zamanda görülen, görülmek isteyen, aynalanmaya muhtaç olansa yapıt?"

Mağdurun Dili

"İroninin yeni orta sınıfa özgü bir strateji olduğu konuşuluyor son zamanlarda. Her şeyi kaygısız bir neşeyle paranteze alan, her olaya aynı umursamaz mesafeden bakan yeni orta sınıfın küçümseyici, dışlayıcı alayının bir görünümü. Her şeyi anında parodileştiren, akıl yürüterek yenemediğini şakanın gücüyle değersizleştiren, inançsızlığı başkalarını eleştirmeye değil, küçük düşürmeye adamış sinik alaycılık. Bir bakış açısını bir başkasına yaslanarak geçersizleştirmeye dayanan bir 'ne desem yalan' hali. Her problemin hakkından bir sözcük oyunuyla gelen bir hafifseme tekniği. Doğruyla bağını çoktan koparmış bir maske düşürme merakı. Gerçekten de ironi son yıllarda yakın tarihte hiç olmadığı kadar rağbet gördü. Reklam programlarından mizah dergilerine, bütün gücünü parodiden alan filmlerden deneme üslubuna eleştirellik bir süre için bu türden bir neşeye teslim oluverdi."(s. 71-72)

12 Kasım 2010 Cuma

Yeraltından Notlar

"Evde en çok yaptığım şey okumaktı. Dış etkilerle içimdeki sürekli kaynaşmayı bastırmaya çalışıyordum. Kullanabildiğim tek dış etki ise okumak, yine okumaktı. Okumanın bir çok yardımı dokunuyordu; coşku veriyor, zevk veriyor, acı veriyordu. Arada bir canımı son derece sıktığı da oluyordu. ... Okumaktan başka ne yapabileceğim bir iş ne de gidebileceğim bir yer vardı. Çevremde saygı duyduğum, beni çekebilecek bir uğraş bulamıyordum." (s. 64 - 65)

Yaşamın Ucuna Yolculuk

"Bu denli çok ülke, bu denli çok insan, bu denli çok roman kahramanı tanımalı mıydım. En yakın dostlarım romanların kahramanları gerisindeki yazarlar mı olmalıydı. Uçaklara, trenlere, otobüslere bu denli çok mu binmeliydim. Çeşitli kentlerin gecesinin uzantısında yaşayıp, sabahları uyanıp, gündüzleri uzun caddelerde mi yürümeliydim. Bir alan ve birkaç caddeden oluşan küçük bir kentte neden sınırlanmadı yaşamım." (s. 38)

5 Kasım 2010 Cuma

Ses ve Öfke #4

"Bütün insan yaşantıları sonunda saçmaya varır ve iki tane üç kiloluk ütü bir terzi ütüsünden daha ağırdır." (s. 80)

Ses ve Öfke #3

"Bir saat vardı, yukarıda güneşin içinde, nasıl bir saat olduğunu düşündüm, bir şey yapmak istemediğimiz zaman, nasıl olup da vücudunuzun sizi onu yapmaya zorladığını, bir çeşit farkında olmamazlık. Boynumun arkasındaki kasları duyuyorum ve sonra saatimin cebimde tik tak edip durduğunu işitiyorum ve bir süre sonra bütün başka sesler de öte yanda kalıyor, yalnız saatim cebimde." (s. 74)

Ses ve Öfke #2

"Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığını varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir.
Yakalıklarımın durduğu kutuya dayalıydı ve ben yatmış dinliyordum saati. İşitiyorum, o kadar. Bir insanın bir cep ya da duvar saatini isteyerek dinleyeceğini sanmam. Gereksizdir de bu. Uzun bir süre sesi unutabilirsiniz ve sonra bir saniyelik tiktak, işitmediğiniz zamanın eksilen uzun geçit resmini eksiksiz yaratır zihnimizde. Babamın dediği gibi, uzun ve tek ışık demetlerinin derinliklerinde insanın yürüdüğünü görebilirsin sanki." (s. 68)

Ses ve Öfke

"Beyazlar zenciye para verirler, çünkü bilirler ki başka beyazlar yeniden gelip bando mızıka ile parayı zenciden alacaklar, zenci de daha çok çalışmak zorunda kalacak." (s. 17)

27 Ekim 2010 Çarşamba

Beyaz Bahçede

"Bir şeyin birdenbire yerinde olmaması, ama aynı tiktakın sürüp gitmesiydi ölüm." (s. 38)

Metal Yorgunluğu

"Bizim ülkede tarih arayacaksanız [..] kitaplara bakmayacaksınız. Ama bir insan yüzünde, eski bir yapıda, bir sokakta ya da şu önünüzdeki fotoğraf gibi bir kartpostalda, yüz yılı bir anda kavramanıza yetecek onar yıllık ayrıntılar bulabilirsiniz." (s. 27)

19 Ekim 2010 Salı

Venedik'te Ölüm #4

"Birbirleriyle sadece göz aşinası olan, her gün, hatta her saat karşılaştıkları, birbirlerini inceledikleri halde, âdetlerin hükmüne ya da kendi kuruntularına tabi olarak ne selam ne konuşma, görünüşte kayıtsız bir yabancılığı devam ettirmek zorunda kalan insanlar arasındaki ilişkiden daha garip, daha nazik bir şey olur mu? Aralarında bir huzursuzluk, bir hastalık derecesinde tatmin edilmemiş, yapay bir şekilde bastırılmış olmasından doğan bir isteri, özellikle bir tür gergin bir dikkat havası eser. Çünkü insan insanı, hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir; özlem, eksik tanımanın bir sonucudur." (s. 75)

Venedik'te Ölüm #3

"Tamamen duygu olabilen düşünce, tamamen düşünce olabilen duygu, yazar için bir mutluluktur. " (s. 70)

Venedik'te Ölüm #2

"Girgin, konuşkan bir adamınkine oranla içine kapanık, suskun birinin gözlem ve izlenimleri daha bulanık olmakla beraber daha derinlere işler; onun düşünceleri daha ağır, daha gariptir ve daima hüznün gölgesini taşır. Bir bakış, bir gülüş, bir fikir derinleşir, önem kazanır; bir olay, bir serüven, bir heyecan olurlar. Yalnızlık özgünlüğü, o cesurca ve yadırgatıcı güzelliği, şiiri yaratır. Yalnızlık aynı zamanda ters, orantısız ve saçma olanı, izin verilmeyeni de yaratır." (s. 41)

18 Ekim 2010 Pazartesi

Venedik'te Ölüm

"Önemli bir fikir veriminin derhal geniş ve derin bir etki yaratabilmesi için eser sahibinin kişisel hayatıyla çağdaş kuşağın genel kaderi arasında gizli bir yakınlık, hatta bir uyum bulunmalıdır. İnsanlar bir sanat eserini niçin şöhrete eriştirdiklerini bilmezler. Sanat anlayışından yoksun, eserde bunca ilgiyi haklı gösterecek yüzlerce üstünlük bulduklarını düşünürler ama alkışın asıl nedeni, tartıya gelmeyen bir şeydir: yakınlık duygusu." (s. 22)

13 Ekim 2010 Çarşamba

Dorian Gray'in Portresi #2

"Ceza görmekte kişiyi arındıran bir şey vardı. İnsanın adil bir tanrıya yönelttiği dua, "Günahlarımızı bağışla" değil de, "Hatalarımız için bize ceza yolla" olmalıydı. (s. 273)

Dorian Gray'in Portresi

"Benim tanıdığım sanatçılardan gündelik yaşamda sevimli olanlar yalnızca kötü sanatçılardır. İyi sanatçılar yalnızca ürünlerinde var olurlar, bunun sonucu olarak da kişilikleri silik kalır. Büyük şair, gerçekten büyük olan şair, tüm yaratıkların içinde şiirden en uzak olanıdır. Oysa üçüncü, dördüncü sınıf şairler ilginçtirler. Şiirleri ne kadar kötüyse görünümleri o kadar çarpıcıdır. İkinci sınıf bir sone kitabı yayınlatmış olmak insanı resmen dayanılmaz yapmaya yeter. Bu adam yazamadığı şiiri yaşar. Ötekilerse, yani gerçek şairler hayatta gerçekleştirmeyi göze alamadıklarını şiir olarak yazarlar." (s. 76)

Uzamın Poetikası #3

"Bir kitaplığın rafında, düş kuran kişinin tanımadığı bir başka geçmişi anlatan çok eski kitaplar vardır. Düşünülemeyecek kadar eski bir bellek, bir art-dünyada işleyip durmaktadır. Düşler, düşünceler, anılar birlikte dokunmuştur. Ruh, düş görür ve düşünür ve sonra da imgeler." (s.256)

"Biyolojik gerçeklikler konusunda hiç bilgim yok. Kitaplarda düşler kuran biriyim ben yalnız." (s. 188)

Uzamın Poetikası #2

"Kış mevsiminin anımsanması, konutta yaşama mutluluğunu pekiştirir. Bir tek imgelem âlemi
açısından bakıldığında, anımsanan kış mevsimi, evde oturma eyleminin edimini artırır." (s. 83)

"Bir dolabın içine ancak sefil ruhlu biri rastgele bir şey tıkıştırabilir. Rastgele bir mobilyanın içine, rastgele bir şeyi rastgele koymak, oturma işlevinde insanın önemli bir eksikliği olduğunun göstergesidir. Dolapta, bir düzen merkezi yaşar ve bu merkez, bütün evi sınırsız bir düzensizlikten korur. Dolapta düzen hüküm sürer, daha doğrusu düzenin kendisi başlı başına bir saltanattır. Düzen, yalnızca geometrik değildir. Düzen, dolabın içinde, ailenin tarihini anımsar. Bunu bilen şair şöyle der:
Düzen, uyum
Dolabın içinde kat kat çarşaflar
Çamaşırlar arasındaki lavanta" (s. 131-132)

Uzamın Poetikası

"Ne olursa olsın, sevdiği bir yapıtı yeniden okuyan bir okur, sevdiği sayfaların kendisini ilgilendirdiğini bilir." (s. 17)

"Okur ilk okumada çocuktur biraz, okuyarak oyalanan bir çocuk. Ne var ki, bitirir bitirmez her iyi kitabı yeniden okumaya koyulmak gerekir. Eskiz denilen ilk okumadan sonra gerçek okuma uğraşı gelir. Yazarın sorununun ne olduğunu bilmek gerekir. İkinci okuma, üçüncü okuma... bize yavaş yavaş bu sorunun çözümü konusunda bir şeyler öğretir. Farkında olmadan, sorunun ve bu sorunun çözümünün bizim sorunumuz, bizim çözümümüz olduğu yanılsamasına kapılırız." (s. 59)

"Okuduklarınızı hor görebilirsiniz. İlginizi çektiğini görerek şaşırabilirsiniz. Bunların tersine, itiraf etmeseniz de ilginizi çekebilir. Son olarak size, canlı, yararlı, rahatlatıcı gelebilir...
...Öte yandan, anlamsız şeylerin önemli olduğunu kabul ettiğimizde okumak nasıl da sevindirir bizi! Hele bir de, yazarın bize itiraf ettiği 'anlamsız' anıyı kişisel düşlemlerimizle bütünlersek! Anlamsız olan da, yazarla okuru arasında ruhsal bir birliktelik kurulmasına yol açan mahrem adlandırmaların son derece duyarlı bir göstergesi olup çıkar." (s. 118-119)

29 Eylül 2010 Çarşamba

Kağnı / Ses

Arap Hayri
"Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük görünen Anadolu, çeşit çeşit, birbirine benzemez insanlarla doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer küçük dünyadır. Gerçi, bozkırları altmış kilometre ile geçen trenin arasıra durduğu tenha istasyonlardan veya tenezzüh otomobillerinin yarım saat için mola verdiği ağaçlı hükümet meydanlarından bu dünyayı görebilmek kolay, hattâ mümkün değildir, fakat yirmi beş yolcu taşıyan bir Şevrole kamyonla buralara gelip üç dört gece kıraathanenin üstündeki otel kılıklı yerde yahut avlusu çamur ve benzin kokan handa kalanlar, eğer gözleri kör değilse, hayatın akışına sessizce uyup giden, başlıbaşına bir dünya görürler. Fakat bu da görmek değildir. Oralarda uzun zaman oturmak, akışa kapılarak yaşamak lâzımdır. Birçok büyük şehrimizi dolduran ve dünyayı oradan ibaret sananlar bu kasabalara geldikleri zamanlar, ne kadar ayrı bir âlemin insanları olduklarını anlarlar. Kendileri için ehemmiyetli olan birtakım şeylerin buralarda adının bile anılmadığını, senelerin burada ancak resmî birkaç binada ve kahvenin mermer masasının üzerinde çay lekeleriyle yatan bir iki gazetede yürüdüğünü, yaşlı arabanın yerini tutan otomobilin, küçük bir daire üzerinde ağır ağır dönen hayatta bir değişiklik yapmadığını fark edince şaşırır ve hemen kaçmak ister.
Bilmezler ki donmuş sanılan hayatın da büyük dalgaları, şehirlerdekine nazaran daha az aktörce, daha çıplak ve içten ihtirasları, daha sarsıcı maceraları vardır. Bu maceralar büyük bir olağanlık içinde geçip gittiğinden roman veya piyes haline konulmazlar, pek seyrek olarak bazı gazetelerde bir taşra muhabirinin mektubu olarak çıkar ve unutulurlar." (s.30-31)

Memleket Hikâyeleri

Komşu Namusu
"İnsanlar yalnız kendi saadetlerini iyice duymak için yalnız başkalarının felaketlerini arar ve hodbinliklerinin böyle bazı nevilerine fazilet unvanı vererek meselan aldatılan bir kocayı ikaz etmeyi 'ahlak' addederler. Halbuki bunun aslı, başkasının felaketinden duyulan vahşi zevk, kendisini ondan mesut görmek için hazırlanmış garip bir delildir." (s. 126-127)

13 Eylül 2010 Pazartesi

Kâtip Bartleby

Alıntı "yapmamayı tercih ederim."

8 Eylül 2010 Çarşamba

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #6

Albert Camus
"Yazarlara önce yazdıkları kitaplar sayesinde hayran oluruz elbette. Yıllar geçtikçe o kitapları ilk okuduğumuz dönemle, günlerle ilgili hatıralarımız ve kitabın bizde uyandırdığı ve ilk başta fark etmek istemediğimiz özlemler ve duygular, kitapları ilk okurken duyduğumuz hayranlıkla birleşir. Artık o yazara dünyanın içimize işleyen bir resmini bize sunduğu için değil yalnızca, hayatımızın ve ruhsal gelişimimizin bir parçası olduğu için de bağlılık duyarız." (s. 281)

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #5

Coleridge'in Yaşlı Gemici'si
"Büyük şair, içinden gelen sesi tanıyan, ona güvenen, kendine ve söyleyeceği sözün gücüne güvenen kişidir. İçimizden geleni dinlemeyi öğrendiğimiz anda, ister şair olalım, ister romancı: şiirin, romanın olması gerektiği gibi, yazılması gerektiği gibi yazıldığını da hissederiz.
Bu bakımdan şiir de roman da aynıdır. Biz yazarlar, şiirlerimizin, romanlarımızın, orada anlattığımız, gösterdiğimiz her şeyin, her olayın, her nesnenin kendilerinden başka, bir de ikinci anlamları olması gerektiğine inanmayız. Kendi adıma söyleyeyim: Tam tersine inanırım. Romandaki olayın, (yerini anlatının içinde güzelce bulmuşsa) ne anlama gelebileceğini bilmemek en iyisidir. Yalnız şiirlerin anlamı ve değeri değil, romanların anlamı ve değeri de, okura verdikleri zevkle, güzellikleriyle, okura sundukları deneyimin (okuma serüveni) derinliği ve şaşırtıcılığı ile ölçülmelidir. Bu güzellik ve okuma tecrübesinin boşluğu metnin yüzeyinde kalmaz, ta derinlere gider. Hayatın, insan olmanın, bu dünyada yaşamanın anlamının derinliklerine... Gene de bizi bu derinliklere sürükleyen sahnenin, olayın ne anlama geldiğini biz yazarlar, şairler çoğu zaman (her zaman değil) bilmeyiz, akıllıca bir tutumla bilmek de istemeyiz. (Akıllı eleştirmenler, zeki yorumcular, tutkulu okurlar bazan, bunu bizden daha iyi bilirler, sezerler.)
Kendimden son bir örnek: Anlaşılması en zor romanımın Yeni Hayat olduğu, hele kitabın ilk çıktığı 1994 yılında, Türkiye'de çok yazıldı, çok söylendi. O günlerde hiç tanımadığım bir okurla telefonda konuştum. Anlaşılmaz olduğu söylenen Yeni Hayat hakkında çok övücü sözler de söylediği için kendimi tutamadım ve okura kitabımdan ne anladığını sordum.
'Bilmiyorum ne anladığımı.' dedi okur bana. 'Ama çok hoşuma gidiyor.'" (s. 231)

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #4

Okusak da Okumasak da: Binbir Gece Masalları
"Binbir Gece Masalları hakkında söylenen çok yaygın iki söz vardır. Birincisi bu kitabı baştan sona şimdiye kadar kimsenin okuyamadığı üzerinedir. İkincisi Binbir Gece Masalları'nı baştan sona okuyan kişinin öleceği üzerinedir. Birbiriyle gizli bir mantıkla birleşen bu iki uyarı, okuru ihtiyatlı olmaya itecektir elbette. Ama fazla korkaklık etmeye de gerek yok. Binbir Gece Masalları'nı okusak da okumasak da, sonunda biz de öleceğiz." (s. 225)

31 Ağustos 2010 Salı

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #3

Okumak Üzerine
"Cebinizde, çantanızda bir kitap taşımak, özellikle mutsuzluk zamanlarında cebinizde, çantanızda sizi mutlu edecek bir öteki dünya taşımak demektir." (s. 209)

29 Ağustos 2010 Pazar

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat #2

"Her akşam uykudan önce yatağa iki büklüm kıvrılıp yorganı üzerime çekince, yalnızlık ile rüyalar, hayatın güzelliği ile acımasızlığı arasında gezinen tatlı ve korkutucu bir duygu beni sarar ve çocukluğumda dinlediğim, okuduğum masalların, korkutucu hikâyelerin ürpertisini hissederdim." (s. 13)

Manzaradan Parçalar: Hayat, Sokaklar, Edebiyat


"Benim için mutlu bir gün, bir sayfa iyi yazı yazdığım sıradan bir gündür. Yazının dışındaki hayat eksik, kusurlu, anlamsızmış gibi gelirdi bana. Beni tanıyanlar, yazmaya, masaya, beyaz kâğıtla dolmakaleme bağlılığımı bilir, ama gene de 'Biraz tatil yap, gez, eğlen, yaşa!' diye öğüt verirler bana. Daha yakından tanıyanlar ise, benim için en büyük mutluluğun yazmak olduğunu bildikleri için yazıdan, kâğıttan, mürekkepli kalemimden beni uzak tutacak şeylerin en sonunda bana yaramayacağını söylerler. Hayatta hep ve yalnızca istediğini yapmış, istediği işten başka hiçbir şeyle uğraşmamış nadir mutlu insanlardan biriyim." (s. 12)

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Ne Kitapsız Ne Kedisiz #3

Bilge Karasu Adlı Birinin 50. Yaşı Üzerine
"Çocukluğundan beri bir oyunu oynar: Gözetlenme oyununu. Önceleri belki bir suçluluk duygusuydu bu: Kendisine dikilen göz. Tanrının, anasının, büyüklerden birinin, sevmediği birinin gözü olur, kınardı o anda yaptığını. Adı konmadan yaşanırdı bu suçluluk. Şimdi ise gerçekten bir oyun: Kimi dakikayı, 'bakan, gören varmış gibi yaşamak'... Ancak bizim baktığımız kadar bize bakıldığı, gördüğümüz kadar görüldüğümüz yanılgısından, geç, güç sıyrılıyoruz. Bizim bir çift gözümüze karışılık sayısız çift göz almaktadır çevremizi. Bu gözler, sandığımızdan çok daha sık ilişir bize. Ne ki, Karasu'nun oynadığı oyunda, gözler, artık, yapılmakta olan işi kınayacak gözler değildir; yapılmakta olan iş, 'kınanacak bir iş' değildir zaten... Karasu kendi kendine bir şeyler anlatır, gözetlenme oyunu da o sıra oynanır. Bakan göz, o anlatılanı dinlemektedir. Nasıl gözse!.." (s. 86)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz #2

Cinayetin Azı Çoğu
"İnsanlar, şehirlerinde rahat etmek için dirim ortaklarını teker teker yok etmenin ne kadar ilkel bir 'çözüm' olduğunu, iş işten geçmeden anlayabilecekler mi? (Pencereyi gölgede mi bırakıyor? Kökler betona mı dayandı? Ağaçlar kesiliverilir. Kuduz tehlikesi artar gibi mi? Kediler köpekler fırında yakılıverilir.) Karşıdan bakanlar için şehir yaşamı bir 'kolaylıklar cenneti'dir; şehirliler, zahmetsizliğin ancak zahmetle elde edilebileceğini unutuyor mu? Öldürmekten, yok etmekten azıcı daha zahmetli çıkar yollar aramamak, uygarlığın övüncü haline mi gelecek?" (s. 52)

"Çocukların onların [hayvanların] bu yeryüzündeki ortaklarımız (yalnız doygu ortağı değil, çıkar ortağı da) olduklarını öğreteceğimize, eskinin umacıları yerine koyuyor, kendilerinden korkulacak canavarlar diye gösteriyoruz onları. Her kuşak bu 'temel' korkuyu bir sonrakine de aktarıyor. Onları sevmekle kazanılabilecek dostluğu öğreteceğimize çocuk kafalarında düşmanlıklar yaratıyoruz. Daha kötüsü, gücümüzü onlara karşı kullanmağı, ucuz, kolay üstünlükler yaşamağı pek küçük yaşta öğreniyor, öğretiyoruz. Kediden köpekten korkulur; kovmakla da kalınmaz, çığlıklar atılır (bu düşmanlık karşısında kendini koruma içgüdüsünün hâlâ sürüp gitmesine de edilmedik laf bırakılmaz!); canlıların bu yeryüzündeki dengesinden habersiz insanlar karşısında, cırnağı ile dişinden başka silahı olmayan'parya'lar yaratılır. Sonra bunlar, şu ya da bu biçimde, öldürülüverir." (s. 53)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz

Yeni Dediğimiz Üzerine
"Kimi alanda (örneğin, bilimsel araştırmanın günlük yaşama sızıp ulaşabildiği alanı düşünelim) böyle bir yenilik sanki hep beklenmektedir. ; İster tıp ister iletişim teknolojileri söz konusu olsun, bu yeniliği yadırgayanlar, bu yenilikten tedirgin olanlar -ayrı ayrı kişi ya da çevreler de olsa, ayrı ayrı nedenlerden de olsa- seyrek görülür. Buna karşılık düşünce alanında, sanat alanında böyle bir yenilik tartışılır. Eleştirilir, övülür, yerilir. Kimi durumda da, sınırlı ölçüde (övenlerle ya da yerenlerle bir karşıtlık içinde) bilmezlikten gelinir. İster övülsün, ister yerilsin (ister bilmezden gelinsin, bile diyebiliriz sanırım) yenilik -en azından- tanınmaktadır. Bilinebildiğine, tanınabildiğine bakılırsa, bu yeni varolan ölçütlerin yardımıyla sezilebildiği, bildiklerinin yardımıyla bilmedik bir şey olduğuna karar verilebildiği için, yeni diye görülebilmektedir. Düzenin içinde yeri yoktur ama bir yer tutacağını belli etmekte, bu yerin hazırlanmasını, ayrılmasını, yaratılmasını beklemektedir." (s. 41)

Tanpınar'ın Mektupları #2

"Bizler çocukluğu bedbaht geçtiği için hayatına ve etrafına küskün yaşayan, eşya ile dahi barışamayan bîçarelere benziyoruz. Bu zihnî gerginlikten, inkâr ve hiddetten, dargınlıktan nasıl kurtulacağız?" (s. 139)

Tanpınar'ın Mektupları

"Üç gün evvel, Léon Daudet'nin Goethe için yazdığı kitabı okuyordum. Okurken içimde muttasıl bir düşünce, daha doğrusu yedi başlı bir yılan vardı: Muttasıl, bir türlü çalışmaya karar veremeden, bir türlü buna imkân bulmadan geçen şair ve edebiyat adamı hayatımı düşündüm. Kendimi hakikaten ne ile teselli edebilirim? Fakat ayrıca bir şey daha var:
Fikrin bendeki kıtlığı; bu kadar, düşüncenin az ziyaret ettiği bir kafa neye yarayabilir? Fransa'da sade benim gibi en aşağı 20 milyon okuyucu olduğunu kabul et, meseleyi kendiliğinden hâlledersin.
Bu kadar sathî oluşuma sebep ne? Bilir misin, öldürücü bir şey bunları düşünmek. Yemek olacağım yerde sofrada kaşık, filân gibi bir şey oldum. Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır. Goethe benim iki manzumeyi yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde 3-4 eser
hem de bütün Avrupa'yı birden sarsan 3-4 eser yazıyordu. Çalışmak... Yarabbim, bu şifayı bana ne vakit göndereceksin?" (s. 39)

19 Ağustos 2010 Perşembe

Benim Adım Kırmızı #5

"Harika bir at resmi çizerken o harika at olurum ben." (Bana Zeytin Derler)

"Harika bir at resmini nakşederken harika bir at resmi nakşeden başka bir nakkaş olurum ben." (Bana Kelebek Derler)

"Harika bir at resmi çizerken ancak kendim olabilirim ben." (Bana Leylek Derler)

Benim Adım Kırmızı #4

"Nakkaşın resmini yaptığı konuya benzeyeceğini düşünmek ne beni ne de usta nakkaşlarımı hiç anlamamaktır. Bizleri ele veren şey, bize başkalarının sipariş ettiği konular değil -bu konular zaten hep aynıdır- onlara yaklaşırken resme geçirdiğimiz gizli hassasiyettir. Resmin içinden sızar gibi gözüken ışık, insanların, atların, ağaçların sayfadaki istifinden sezilecek bir tutukluk ya da öfke, servi ağacının göğe uzanırken duyurduğu istek ve keder, duvardaki çinileri gözü kör eden bir tutkuyla işlerken sayfaya geçirdiğimiz tevekkül ve sabır duygusu... Bunlardır bizim gizli işaretlerimiz: Hepsi birbirini tekrarlar gibi duran atlar değil. Bir atın öfkesini ve hızını resmederken kendi öfkesi ve hızını nakşetmez ressam; en mükemmel at resmini yapmaya çalışarak, dünyanın zenginliğine ve onu yaratana duyduğu bir aşkı, bir çeşit yaşama aşkının renklerini gösterir, o kadar. (s. 302)

"Bir zamanlar Allah dünyayı en eşsiz haliyle görmüş ve gördüğü şeyin güzelliğine inanarak onu kullarına bırakmıştı. Biz nakkaşların ve nakşı severek ona bakanların işi, Allah'ın görüp de bizlere bıraktığı bu harika manzarayı hatırlamaktı. Her kuşak nakkaşın en büyük ustaları, bütün hayatlarını koyup gözlerini kör edene kadar çalışarak, bir büyük gayret ve ilham ile Allah'ın görün dediği bu harika hayale ulaşmaya, onu nakşetmeye çalışıyorlardı. Yaptıkları iş, insanın altından yapılmış kendi hatıralarını hatırlamasına benziyordu. Ama ne yazık ki, en büyük ustalar bile, tıpkı yorgun ihtiyarlar ve çalışmaktan kör olmuş büyük nakkaşlar gibi, o harika resmin ancak şurasını burasını belli belirsiz hatırlayabiliyorlardı. Birbirlerinin eserlerini hiç görmemelerine ve üstelik aralarında yüzlerce yıl olmasına rağmen, eski üstatların bir ağacı, bir kuşu, hamamda yıkanan bir şehzadeyle kederli bir genç kızın pencerede duruşunu, zaman zaman, bir mucize gibi birbirleriyle tıpatıp aynı çizmelerinin nedeni buydu." (s. 348)

15 Ağustos 2010 Pazar

Benim Adım Kırmızı #3

"Üç şeye yarar rüyalar:
Elif: Bir şey istersin. Ama istemene bile izin vermezler. O zaman rüyamda gördüm dersin. Böylece istediğini sanki sen istemeden istersin.
Be: Birisine kötülük etmek istersin. Mesela birisine iftira edeceksin. O zaman rüyamda gördüm, filanca hanım zina ediyormuş dersin; ya da falanca paşaya testi testi şarap gidiyordu, rüyamda gördüm, dersin. Böylece inanmasalar bile kötülüğün bir kısmı söylendiği için hesaba hemen yazılır.
Cim: Bir şey istersin, ama ne istediğini bile bilmezsin. Anlatırsın bir karışık rüya. Hemen yorumlayıp sana ne istemen gerektiğini, ne verebileceklerini sana söylerler. Mesela derler ki: Bir koca, bir çocuk, bir ev gerek sana...
Bu şeyler gerçekten rüyamızda gördüğümüz şeyler değildir hiç. Herkes güpegündüz gördüğü rüyayı gece gördüm diye anlatır ki işe yarasın. Gece gördükleri gerçek rüyaları olduğu gibi ancak aptallar anlatır. O zaman ya seninle alay ederler, ya her seferinde olduğu gibi rüyanı kötüye yorarlar. Gerçek rüyaları ise, görenler dahil kimse almaz ciddiye. Yoksa siz alıyor musunuz?" (s. 165)

Benim Adım Kırmızı #2

"Bir şehir ne kadar büyük ve renkliyse, suçunuzu ve günahınızı gizleyeceğiniz o kadar çok köşesi, ne kadar kalabalıksa, suçunuzla aralarına karışabileceğiniz o kadar insan var demektir. Şehirlerin zekâsı, barındırdığı âlimlerle, kütüphaneler, nakkaşlar, hattatlar ve medreselerle değil, karanlık sokaklarında binlerce yılda sinsice işlenmiş cinayetlerin çokluğuyla ölçülmeli. Bu mantıkla İstanbul'un bütün cihanın en zeki şehri olduğundan hiç şüphem yok." (s. 119)

Benim Adım Kırmızı


"Yalnızca kör ve ihtiyar bir nakkaş olarak ben, Allah'ın âlemi yedi yaşındaki akıllı bir çocuğun görmek isteyeceği gibi yarattığını biliyorum. Çünkü Allah âlemi önce görülsün diye yarattı. Sonrada gördüğümüzü birbirimizle paylaşalım, konuşalım diye kelimeleri verdi bize, ama biz kelimelerden hikâyeler yaptık da nakşı bu hikâyeler için yapılır sandık. Oysa nakış doğrudan Allah'ın hatıralarını aramak, âlemi onun gördüğü gibi görmektir." (s. 95)

12 Ağustos 2010 Perşembe

Baharda Yine Geliriz

"Bir kitap yazmak istediğimi söylemiştim. 'İçinde öyle bir cümle olsun istiyorum ki, kitabı okuyan biri o cümleye geldiğinde kitabı birdenbire kapatıp sımsıkı göğsüne bastırsın." (s. 68)

"'Güzel bir kitap okumak ve ömrümün geri kalanını o kitabı okuduğum yerde geçirmek istiyorum,' demişti o. Sonra da bana dönüp sormuştu. 'İnsan güzel bir kitap okuduğu yerden nasıl ayrılabilir?'" (s. 68)

30 Temmuz 2010 Cuma

Dağlar Sada Verip Seslenmelidir

"Geceleri yürek pazenlere sarılı bir saat gibi atar yorganların altında. Başka bir evde mutlaka bir çocuk, kavgasız gecelerin, çorba buğularının ördüğü bir kozanın içinde korunmakta, uyumakta, gelişmektedir gelen güne. Her evin aynı ev oluşu yok o zaman."

Kuytuda

"Kaç yıl yaşadıktan sonra hâlâ yaşamak öyle olağan ki..."

29 Temmuz 2010 Perşembe

Dava


"Biri demişti ki bana -kimdi çıktı aklımdan- sabah erken uyanıp, her şeyi hiç değilse şöyle genel olarak akşamki yerlerinde bulabilmek ne harikulade bir şeydir; hani uyku ve düşlerde yalancıktan da olsa uyanıklıktan çok başka bir hal içinde bulunur insan ve söz konusu kişinin çok doğru söylediği gibi gözlerinizi açar açmaz odadaki nesneleri akşam koyduğunuz yerde bulabilmeniz için sonsuz bir serikanlılık, hatta bir beceriklilik gerekir. Dolayısıyla, sabah uykulardan uyanış günün en korkulu anıdır. Bulunduğunuz yerden bir başka yeren sürüklenip götürülmeksizin bu ânı atlattınız mı, bütün gün korkmazsınız artık." (s. 226)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri #2

"-İnsan ne tutarsız varlık! - Tedavi edilebilecek yaralarıyla yerlerde sürünüyor! - Hayatı ile bilgisi sürekli çelişki halinde! - Aklı, Tanrının ona bahşettiği bu değerli armağan - (yağlamaya değil) duyarlılığını keskinleştirmeye, acılarını çoğaltmaya ve onu bu acılar yüzünden daha kederli ve rahatsız etmeye yarıyor ancak! - Zavallı mutsuz yaratık, neden davrandığından başka türlü davranamaz ki acaba!- Sanki bu dünyada, mutsuz olması için yeterince neden yokmuş gibi, kendi iradi nedenlerini de keder deposuna katmak zorunda mı, kaçınılmaz kötülüklere karşı mücadele etmek ve bazılarına teslim olmak yerine, onda biri bir çabayla bütün bu belaları savuşturabilecekken?" (s. 214)

"Doğanın insan zihnini - yaşlı köpeklerde görülen - "yeni oyunlar öğrenmeme" gibi mutlu bir gerzeklik ve aldırmazlıkla donatılmış olması, büyük bir lütuftur." (s. 230)

"Küçük olaylar karşısında zihnin nasıl yenilgiye uğradığını gözlemlemek ilginçtir: - Bunlar gerek insanlar gerekse nesneler hakkındaki görüşlerimizi nasıl da biçimlendirip yönlendirirler, - hakkındaki görüşlerimizi nasıl da biçimlendirip yönlendirirler, - hava kadar hafif, önemsiz şeyler ruhumuza bir görüş sokup onu Euklides'in kanıtlarıyla bile sökülüp atılamayacak kadar sağlam bir şekilde yerleştirebiliyor." (s. 324)

Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve Görüşleri


"-Benim türümdeki yazarların ressamlarla paylaştıkları ortak bir ilke vardır. -Aslında tümüyle sadık kalarak kopyalamak resimlerimizin yeterince çarpıcı olmalarını engellediğinde, bizler ehven-i şeri seçer ve güzelliği ihlal etmektense hakikati tahrif etmeyi yeğleriz." (s. 112)

"Yazı gerektiği gibi yazıldığında (yani benim yazdığım gibi yazıldığında) karşılıklı söyleşiden başka bir şey değildir. Nasıl, dostlarınızla birlikteyken hep siz konuşmazsanız, -iyi aileden, edepli bir yazar da hep kendi düşüncelerini öne sürmez. Okurun idrakına gösterebileceğimiz en gerçek saygı, bunu dostça ortadan ikiye bölmek ve ona da, sırası geldiğinde, kendi hayal edebileceği bir şeyler bırakmaktır." (s.127)

"Kelli felli tezlerden nefret ederim - dünyadaki en aptalca şeylerden biri, bir tezde kendi kavrayışınızla okurlarınızın kavrayışı arasına, sıra sıra uzun ve anlaşılmaz sözcükler dizerek varsayımınızı bulandırmaktır - oysa, çevrenize bakmış olsanız, muhtemelen konuyu derhal aydınlatacak, ayakta ya da asılı duran bir şey bulurdunuz." (s. 212)

"Ben bu ay, on iki ay öncesinden tam bir yıl daha yaşlıyım; ve gördüğünüz gibi dördüncü cildimin hemen hemen ortasına geldiğim halde - ve hayatımın ilk gününden ileri gidemediğime göre - hayatımı yazmaya başladığım günden yola çıkarsak, şu andan itibaren, fazladan üç yüz altmış dört günkü yaşamımı yazmam gerekecek; o yüzden de her yazar gibi yazdığımla birlikte ilerleyecek yerde - tam tersine, birkaç cilt geriye düşmüş bulunuyorum - eğer hayatımın her günü bunun kadar hareketli geçtiyse -neden olmasın? - Ve hayatımda olup bitenler ve görüşlerim, şimdiye kadar olduğu gibi, bu denli ayrıntılı olarak yazılmayı gerektirdiyse, kısa kesmeye ne gerek var? - Bu hızla yazarsam, yazdığımdan üç yüz altmış dört kez daha hızlı yaşamam gerekir ki, zatıâlilerinizin izniyle bundan şu sonuç çıkar: Ne kadar çok yazarsam geriye o kadar çok yazacak şey kalıyor - dolayısıyla da, zatıâlileriniz ne kadar çok okurlarsa geriye o kadar çok okuyacak şey kalacak." (s. 293)

22 Temmuz 2010 Perşembe

Herkesin Böyle Bir Amcası Olmalı...

"Peki O Zaman Konu Ne?
Romanlarda konu dışına çıkma dediğimiz yerlerde sıkılırız. Zaten sıkılmaya başladığımız andan itibaren romanın konu dışına çıktığını söyleriz kendimize. Öte yandan, romanlarda neyin sıkıcı olduğu da okurdan okura değişir. Kimi uzun doğa tasvirlerinde esnemeye başlar, kimi düğün töreninin ayrıntıları anlatıldığında, kimi yeterince sevişme olmadığı için, kimi olduğu için sıkılır, kimi nakkaşların hünerine kızar, kimi de karmaşık aile ve akrabalık ilişkilerinin renklerine girildiğinde. Zaten, bütün bu konular değil, bir romanı itici ve çekici yapan, yazarının anlatım hüneri ve usulüdür. O zaman da bir kitabın konusunun her şey olabileceğini anlarız hemen. Tristram Shandy işte böyle bir kitaptır; konusu her şeydir." (s. 9)

"Bütün büyük romanlar zaten bildiğiniz, ama o konuda büyük bir roman yazılmadığı için kabul edemediğiniz gerçekleri göstermek için yazılır." (s. 19)

20 Temmuz 2010 Salı

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #4

"Hakikaten sıfırdan başlamıştım. Sade temlerimi bulmak, estetiğimi kendime mal etmek uzun senelere ihtiyaç gösterdi. Acayip bir kader her şeyimi geciktirdi. Öyle ki elli üç yaşımda ilk defa evlenen ihtiyar bir kız gibi dışarıya gittim. Bunun ne demek olduğunu Rus edebiyatı ile biraz meşgul olanlar bilir. Kırk yaşımda tek odada müstakil evim oldu. Her şey, hayatımda her şey geç oldu. İlk nesir kitabım kırk yaşımda çıktı. Hâlâ bile ikinci romanım Remzi'de bekliyor.
Şansa inanıyor muyum? İnanmamalı mı? Buralarını bilmiyorum? Fakat muhakkak olan bir şey varsa ömrüm ya şansıma karşı veyahut da hayatımı tarumar eden ahlâkıma ve tabiatıma karşı mücadele ile geçti. Hayatımda loisir'in ve zevkin hakikaten az olan yerine bakıyorum da şaşıyorum. Ben hakiki bir târik-i dünya gibi yaşadım. Altmış yaşımda bir pikabım ve beş on plağım oldu!
Ne yaptım! Beş Şehir'le, okunmayan, bahsedilmeyen Beş Şehir'le bütün o hikâyeler, romanla Türk edebiyatının bütün bir tarafıyım!... Bu eserlerden memnun muyum? Orası başka. Fakat Abdullah Efendi'nin Rüyaları bilhassa birinci hikâye böyle tenkitsiz mi geçecekti? Huzur ki okuyanların hepsi sevdiler, üç makale ile, Yaz Yağmuru hiç akissiz mi geçecekti?
Bunların Türkiye'ye getirdiği hiçbir şey yok muydu! Türkiye'ye ve Türkçeye. Ya şiirlerim? Hâlâ hiç kimse 'Deniz' manzumesinden bahsetmedi. 'Deniz' manzumesi Türkçenin beş on manzumesinden biridir. Buna makalelerimi de ilâve edin. Hayır, ben adımı küçük şöhretimi hak ettim ve çok ileriye geçtim. Fakat niçin bu kadar haksızlık? Bu işte eksiğim nedir!"

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #3

"Hiçbir şeyi bitiremiyorum. Dün akşam içki, cigara beni çok sarstı. Gece yarısı öksürükle uyandım ve ilk defa gelecek seneye çıkamam korkusu aklıma geldi. Ciddiyetle geldi. Hiçbir şeyi bitiremeden ölmek istemiyorum. O kadar eser ve kullanmadığım o kadar kelime varken... Fakat her şey kafamın içinde, ancak bir sis tabakasının arasından sezebiliyorum. Hattâ seziş de değil. Sadece tahayyül. Arzularımın vehimleri, gölgeler. İsimler, iyi niyetler..."

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa #2

"Ahter'in akrabası Melek Hanım Huzur'dan Türkçede tek roman diye bahsetmiş. Ne kadar hoşuma gitti. Okunmamak bir muharrir için en üzücü, çalışamamak daha üzücü şey. Acaba, acaba ömrüm olacak mı ve hakikaten eserim diyebileceğim şeyi bulabilecek miyim? Şiirlerim, romanlarım, hikâyelerim tamamlanacak mı? Bir kere şu para işlerinden kurtulabilsem, son derecede zeki, dikkatli ve soğukkanlı olurum. Bu meseleyi halletmem lâzım. Yarabbim Türk münevverinin tâli'i! Ve bütün Türkiye'nin tâli'i. Fakat bizler hakikaten bedbahtız."

"Michelet XIII'üncü asır insanından bahsederken, ihtiyaçlarla imkânların muvazenesizliğini anlatıyor. Çok mühim bir mesele. Tanzimat'tan sonra Türkiye tarihini bu cümle hülâsa edebilir."


"Hakikaten konsantrasyon kabiliyetim kalmadı mı? Ben böyle dağılarak mı öleceğim? Maddemden evvel düşüncem mi? Rahat konuşalım. Estetiğim nedir?"

"Rüyalar daima güzel, daima bize sanatın kapısını açabilecek birtakım malzeme -hiç olmazsa- vehmini verebilecek şeyler."

Günlüklerin Işığında Tanpınar'la Başbaşa


"Kendimi tahlil: Çabuk ve korkunç bir çabuklukla hülyaya kaçıyorum. Daima birkaç ay ötede hattâ birkaç sene ötede yaşıyorum. Hülyaya sarf ettiğim saatleri çalışmaya sarf edebilsem..."

"Bütün mesele burada: Hür değilim. Ne kendime, ne etrafıma karşı. Ne para meselesinde, ne de vaktimde. Eserim bitmemiş, yoluna dahi girememiş. Hâlbuki ben bu eser için yaşadım. Ben edebiyat tarihi için yaşamadım. Onu herkes yazabilir. Fakat eser, o benim. Benden başkası yapamaz."

"İnsan niçin değişmiyor? Niçin hep eskisi kalıyoruz? Niçin tabiat herkesle müsavi şekilde konuşmuyor ve neden ben hâlâ on sekiz yaşında bir mürahıkım."

18 Temmuz 2010 Pazar

Pnin #2

"Bir insanın şanssızlığının bir köpeğin mutluluğunu engellemesi için hiçbir neden yoktu."

Pnin

"Bazı kimseler -ben de onlardan biriyim- mutlu sonlardan nefret ederler. Kazık yemiş gibi oluruz biz. Aslolan, zarara uğramaktır. Felaket geliyorum derse gelmelidir."

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Aydaki Kadın #2

"Hayat birkaç imajda nasıl toplanıyor? Ölürken bütün hayatımızı bir anda gördüğümüz eğer doğru ise bu ancak ameliye bizde daha evvel hazırlandığı, hayatımızı böyle birkaç imajda binlerce defa topladığımız için kabil olabilir." ... "İyi ama rüyaları ne yapıyorsun? Bazen bir uyanış lahzasına en olmayacak şeyleri, bütün bir zaman ve hayatı sığdıran rüyaları." ... "Rüyalara gelince o da sanat gibi. Bütünüyle görmüyoruz. Yalnız duygusu bizde tecessüs ediyor. Bir çeşit dinamizm meselesi."

Aydaki Kadın


"İnsan hayatından memnun olmayınca mazisini âdeta inkâr ediyor. Cemiyetler de böyle değil mi? Hakiki çözülüş birtakım yıkılışlarla kabil. Bir taraf yıkılacak ki başka tarafa bağlanasın... Ya kendi hayatına veya birtakım fikirlere... Fakat biz fikirlere gidemiyoruz. Fikirler bize kapalı. İnsanla birleşerek gelmiyorlar. Sadece fikir olarak geliyorlar. Onlara boşlukta rastlıyoruz."

6 Temmuz 2010 Salı

Orlando #2

"Onda kitap sevgisi çok erken başlamıştı. Çocukluğunda bazen geceyarısı bir sayfanın başına geçmiş okurken yakalanırdı. Meşalesini elinden aldılar ve ateşböceği besleyip onları kullandı. Ateşböceklerini elinden aldılar ve bir çırayla az kalsın evi yakacaktı. Konuyu bir fındık kabuğuna sığdırıp, buruşmuş ipeği ve onun bütün çağrışımlarını açmayı romancıya bırakarak kısaca söyleyecek olursak, edebiyat aşkına tutulmuş bir beyzadeydi o. Pek çok çağdaşı ve daha da çok sınıfdaşı bu mikroba yakalanmamayı başarmışlardı ve böylece cancağızlarının istediği gibi koşmakta, at koşturmakta ya da sevişmekte özgürdüler. Ancak bazılarına genç yaşta cennet çiçeğinin tozlarından ürediği ve Yunanistan'la İtalya'dan esen rüzgarlarla geldiği söylenen bir mikrop bulaşmıştı ve bu öylesine öldürücüydü ki vurmak üzere kalkan eli titretir, avını izleyen gözü bulandırır, aşkını ilan eden dili dolaştırırdı. Bu hastalığın ölümcül doğası gereği gerçeğin yerine bir hayalet konulurdu ve böylece talihin her türlü armağanla -sürüyle tabaklar, çarşaflar, evler, hizmetkârlar, halılar, yataklar- donattığı Orlando bir kitabı açar açmaz bu sınırsız servet buhar olup uçardı. Evini oluşturan dokuz dönüm taş yok olurdu; ev işlerine bakan yüz elli adet hizmetkâr kaybolurdu; seksen binek atı görünmez olurdu; miyasmanın altında denizdeki sis gibi buharlaşan halıları, kanepeleri, süslemeleri, porselenleri, tabakları, sirkelikleri, ocaklı sahanları, çoğu som altından başka eşyayı saymak çok uzun sürer. İşte böyleydi ve Orlando çırılçıplak, tek başına oturup okurdu."

Orlando

"Artık güvendiği iki şey kalmıştı: Köpekler ve doğa; bir tazı ve bir gül ağacı. Tüm çeşitliliğiyle dünya, tüm karmaşıklığıyla hayat işte buna indirgenmişti. Köpekler ve bir ağaçlıktı hepsi. Böylece muazzam bir yanılsama dağını sırtından atıp, bunun sonucunda kendini pek çıplak hissedip, köpeklerini yanına çağırdı ve parkta yürüyüşe çıktı.
O kadar uzun bir süredir yazıp okuyarak kapalı kalmıştı ki doğanın haziran ayında pek de bol olan güzelliklerini unutmuştu. Güzel havalarda üstünden İngiltere'nin yarısıyla arada Galler'le İskoçya'nın bir dilimi görünen o yüksek tepeye çıkınca, kendini sevgili meşe ağacının altına attı ve yaşadığı sürece hiçbir erkek ya da kadınla konuşmak zorunda kalmazsa; eğer köpekleri konuşna yetisini geliştiremezlerse; eğer bir daha hiçbir şair ya da prensesle karşılaşmazsa, ömrünün geri kalanını oldukça mutlu geçirebileceğini duyumsadı."

5 Temmuz 2010 Pazartesi

2 Temmuz 2010 Cuma

Taşra Sıkıntısı

"Taşra sıkıntısı, adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekâna ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kastetmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi, böyle yaşanmış hayatları ifade etmek için. Evde kalmanın, yaşlı bir anneyle paylaşılmak zorunda olunan bir hayatın, hep aynı yatakta istenmeyen bir kocayla birlikte yatmanın, yük olduğunu bile bile bir ağabeyin evinde yenen yemeklerin, akşamdan akşama görülen sert bir babanın huzurunda, uzayıp giden çatal bıçak sesleri eşliğinde, hiç konuşmadan yenen akşam yemeklerinin sıkıntısı. Evin içinde, dört duvar arasında, dantelli tül perdelerin ardında yaşanan bir sıkıntı. Her gün aynı saatte geçen bir trenin böldüğü, tren ufukta kaybolurken yeniden bütün ağırlığıyla çöken; yolu kasabaya düşmüş bir kervanın çanlarıyla dağılan, çan sesleri sönüp gittiğinde daha da artan bir sıkıntı. Ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamada taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı. Ancak küçük bir pencereden gün boyu sokaktan geçenleri seyretmenin, bütün gün deniz üstünde taş sektirmenin, uzayıp giden dedikoduların, bütün gün kahvede tavla oynamanın, açık saçık fıkraların, horoz güreşlerinin, gizlenmek zorunda olunan cinsel düşlerin bir an için eritebildiği, giderek daha da arttıdığı bir sıkıntı. Taşrada her gün yaşanan, şehirlilerinse en çok pazar öğleden sonlarından tanıyacağı bir sıkıntı: Başkalık vaat eden haftasonun bittiği, bütün gün evde olan sinirli bir babanın gözüne batmadan katlanılmak zorunda olunan, radyoda maç nakleden spikerin sesinde uzayıp giden pazar öğleden sonraları..."

Don Quijote


"İyi yürekli şövalyenin tüm dünyada çoğalıp yayılmasına, sonunda hiçbir yerde yabancılık çekmemesine şaşmamalı: Bolivya'da bir karnaval kişisi, Eski Rusya'da soylu ama korkak siyasal heveslerin soyut simgesi.
İlginç bir görüngü ile karşı karşıyayız: kendisini doğuran yapıtla ilişkisini gitgide yitiren, anavatanını, yaratıcısının masasını yüzüstü bırakıp, önce İspanya'yı, sonra da uzayı dolaşan bir yazınsal kahraman. Sonuçta, Don Quijote bugün Cervantes'in dölyatağında olduğundan daha büyük. Üç yüz elli yıldır insan düşüncesinin balta girmemiş ormanlarıyla tundrakarı içinden geçiyor, canlılığı ile ululuğu artıyor. Artık ona gülmüyoruz. Taşıdığı zırh acıma, bayrağı güzellik. İnce, kimsesiz, özverili, yiğit olan her şeyin simgesi. Gülünçleme bir erdem örneğine dönüştü artık."

29 Haziran 2010 Salı

Güz Gelmeden #2

"Yeryüzünde hiçbir varlık ötekine benzemez. Bir yaprak bile ötekilere benzemez. Tanrı öyle olsun istemiştir. Ama insanı, kendi kendini denetleyecek, kısacası biraz da kendi kendini yaratacak biçimde dünyaya getirmiştir. Yeryüzünde büyük insanlar var: Peygamberler, başkomutanlar, vatan kurtaranlar, insanlığa hizmet eden bilimadamları... Küçük insanlar da var: Fener bekçisi Affan gibi.. Ama hepsi yataklarını kazarlarken, amaçlarına ulaşırlarken aynı emeği harcarlar. Tıpkı büyük ırmaklarla, küçük çaylar gibi. Hepsi de sonundan denize ulaşırlar. Yollarında ilerlerken kimi zaman taşıp çevrelerine felaket getirirler. Ama tarlaların sulanmasına, barajların yapılmasına da yararlar. Büyük ırmakların hem yararları hem zararları büyüktür. Küçük bir dere, kendincedir. Zararı yoktur. O da işe yarar. Ne var ki, büyüğü de küçüğü de sonunda büyük denize karışırlar, denizle bir olurlar. İnsanlar da öyledir. Yürüdükleri yolda kimi zaman hırçın, kahredici olurlar, kimi zaman yararlı. Sonunda varacakları yere varırlar, büyük denizlere, Tanrı'ya ulaşırlar."

Güz Gelmeden

"Onun neyi isteyip istemediğini kolay kolay anlayamam. Belki piyano çalmayı isterdi de, bir türlü yanaşamadı. Aslında zor bir çocukluk geçirdi. Memedali beyin oğlu diye bilinmek kolay değil. Yaramaz, afacan kasabalı çocukların arasında piyano çalan bir çıtkırıldım olmak istememiştir belki. Kendine yeni giyimler alınmasından da hoşlanmazdı. Bir gün yepyeni pabucunu taşlara vururken yakaladım onu. Tabii o zaman neden böyle yaptığını anlayamadığım için bir güzel azarlamıştım. Erol'a annelik yapmaya çalıştım ama gerçek annesi olmadığımdan iç dünyasına girmem olanaksızdı. Şimdi aradan bunca yıl geçince her şeyi daha iyi değerlendirebiliyorum ama artık çok geç. Belki ata binmeyi de züppelik sanıyordu. Arkadaşları bacaklarının arasında bir değnek sıkıştırıp kovboyculuk oynarken o gerçek bir ata binemezdi."

23 Haziran 2010 Çarşamba

Emirgânda Akşam Saati

"Kelimeler hayatın ahengini bozarlar. Sokakta bir kedi yavrusu görürsünüz, eve alırsınız, bir ad koyarsınız, o günden itibaren bu kedi sizin için bir mesele olur. Saadet kelimesini bilmeden. Fotoğrafımız çekilirken, baloda dans ederken, yeni bir insana takdim edilirken, hemen bir tarafımızda bulduğumuz o tebessüm yok mu... Onu bir yaldız gibi bütün saadete, etrafımıza, eşyaya insanlara sürdüğümüz zaman kendimizi ne kadar mesut görürüz."

22 Haziran 2010 Salı

Abdullah Efendi'nin Rüyaları #2

""'Tam bir rakam olmak, tam bir rakam... Ah, ne saadet Yarabbi' diyordu. O bütün ömrünce bunun için çalışmış, hüviyeti üstünde hiçbir matematik ameliyesinin yapılmasına razı olmamıştı. Bununla beraber şimdi tam bir rakamın mevcudiyetinden de şüpheleniyordu. 'Her rakam taksim edilebilir!' diyordu ve mademki kendisi 'iki' idi. O halde onun da taksime razı olması lâzım gelirdi. Bu mülâhazaların içinden tükettiği, her türlü adedî tamamiyet ümitlerini yıkıp mahvettiği Abdullah Efendi, birdenbire kendisini son derece küçülmüş, daha doğrusu ufalanmış ve dağılmış buldu. Tıpkı çerçevesi içinde tuz buz olmuş bir aynada akseden bir vücut gibi nâmütenahi zerrelere ayrılmıştı. Bunu idrâk etmekten o kadar zavallı ve biçare idi ki artık burada, herkesin gözü önünde bulunan bu meydanda kalıp bekleyemezdi. Muhakkak bir yerde, gizli bir tarafta saklanması lâzımdı.

Bu azap ve utanma içinde bunalan Abdullah Efendi bütün muhtemel ve mümkün kesirleri toplayarak büyük bir zahmetle yerinden kalktı. En küçüğünün bile kaybolmasına razı değildi. Yavaş ve ihtiyatlı adımlarla hiçbirini düşümemeğe dikkat ederek yürüyordu. Vâkıa oldukça zor bir işti, fakat bir gece için buna katlanması lâzımdı. Fakat talih kendisine hiç yardım etmiyor, ikide bir sendeleyerek düşüyor ve sonra karanlıkta uzun uzadıya dağılan kesirlerini arıyor, çamur ve tozlarını siliyordu. Ah ne güç işti bu..."

Abdullah Efendi'nin Rüyaları


"Eşyanın sükûneti, değişmez manzarası onun için hayatta bir teselli bir zevk kaynağı idi. Bir insan, en yakınımız bile, çarçabuk değişebilirdi. Fakat eşya, dalgın ve daüssılalı uykularında hep aynı kalırlardı. Bir saksının, bir sedirin, bir masanın, bir duvar veya kapının değişmesi imkânsızdı. Eşyanın açık dost, her zaman için güvenilir çehreleri!.. Fakat acaba gerçekten onlar değişmez miydi?"

18 Haziran 2010 Cuma

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu #2

"Ben de okuduğum kitabı yeniden okuma gereksinmesi duyarım," diyor üçüncü bir okur, "ama her okuma bana bu kitabı ilk kez okumuşum duygusu verir. Acaba ben sürekli değişiyor ve daha önce farkına varmadığım bir şeyler mi görüyorum? Yoksa okuma çok sayıda değişkeni bir araya koyarak şekillenen bir yapıda aynı tasarımla iki kez inşa edilemez mi? Bir önceki okumada hissettiğim heyecanı yeniden yaşamaya çalıştığımda farklı ve beklenmedik izlenimler bulup çıkarırım, ama bir önceki heyecanı yakalayamam. Bazen bir okuma ile öteki arasında bir aşama kaydedildiğini düşünürüm: Örneğin metnin ruhuna daha fazla sokulurum ya da eleştirel uzaklığı arttırırım. Kimi zaman ise aynı kitabın üst üste okumalarına ilişkin anıları sakladığımı sanırım; bunlar heyecanlı, soğuk, düşmanca olabilir ve birbirlerine bir bağ sayesinde bağlanmadan ve belli bir bakış açısı olmadan zaman içine dağılmıştır. Varmış olduğum sonuca göre, okuma nesnesi olmayan bir işlemdir; ya da onun gerçek nesnesi bizzat kendisidir. Kitap ikinci dereceden bir destektir, hatta bahanedir."

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu


"Daha ilk karşılaşmanın karmaşık doğaçlamasında, birlikteliğin olası geleceği belli olur. Bugün birbirinizin okuma nesnesi halindesiniz, her biri ötekinde onun yazılı olmayan öyküsünü okuyor. Yarın Erkek Okur ve Kadın Okur, birlikte olacaksanız, bir çift olarak bir yastığa baş koyacaksanız, her biri kendi başucundaki lambayı yakacak ve okumaya gömülecek; iki paralel okuma uykunun yaklaşmasına eşlik edecek; önce sen, sonra sen ışığı söndüreceksiniz; farklı evrenlerden dönen sizler, farklı yollara uzanan rüyalar seni bir tarafa ve seni de başka bir tarafa sürükleyene kadar geçici bir süre için kendinizi bütün uzaklıkların silindiği karanlıkta bulacaksınız. Ama bu uyumlu evlilik görüntüsüne gülmeyin: Bunun karşısına koyacağınız daha şanslı bir çift imgesi var mı elinizde?"