24 Mart 2011 Perşembe

Yazının da Yırtılıverdiği Yer #2

"Karasu'nun tam olarak ne'den bahsettiğine dair ilişkin soru önemini koruyor, çünkü yorumlar her seferinde farklı bir anlamla, tek bir anlamla çıkıp geliveriyorlar. Masallar hep korkuyu, Gece her seferinde baskıyı, Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı inanç bunalımını anlatıyor. Karasu, derslerinden birinde Sait Faik'in 'Sinarit Baba' öyküsünün 'ne anlattığını' sorup, bir öğrencisinden 'intiharı anlatıyor' yanıtını alınca, kendisinden hiç beklenmedik bir şekilde bir anda yumruklarını kürsüye vurmaya, büyük bir öfkeyle bağırmaya başlar: ' Bunu anlatmıyor, işte, bunu anlatmıyor! Bu metin olsa olsa bir balığın yakalanacağı oltayı seçmesini, seçtikten sonra da pişman olmasını anlatıyor!..' Baktığımız zaman her yerde simgelere, eğretilemelere, alegorilere sarılı anlamlar görmeye başlarsak, bir balığın yakalanacağı oltayı seçmesini, seçtikten sonra da pişman olmasını asla gerektiği gibi okuyamayız, her seferinde başka bir anlama yakalanıveririz. Okurken bu alışkanlığımızdan kurtulmalıyız çoğu zaman." (s. 95)

23 Mart 2011 Çarşamba

Yazının da Yırtılıverdiği Yer

"Karasu'yu okurken, her zaman şu tuhaf his: 'Yanlış bir noktadayım galiba? Yanlış bir yerdeyim, yerde miyim? Şu an okumakta olduğum kitabı değil de ötekini okumalıyım, çünkü okuduğum bu kitap beni öteki kitaba yönlendiriyor. Bundan önce, defalarca okuduğum bu kitaptan önce, defalarca okuduğum öteki kitabı okumalıyım.' Eleştirinin düğümlnediği yer de burası. Birbirini bütünleyen iki cümle yazdığınızda, cümlelerin ikincisinin ilkinin içinden çıktığına emin olduğunuz anda dahi, (bir süre sonra) bunların yer değiştirmesi gerektiğini, ilk cümlenin aslında ikinci cümle olması gerektiğini düşünebilirsiniz." (s. 198)

Gece

"Gazete okurken, birileriyle konuşurken, anlatılan, iletilen acılar, kötülükler, cinayetler karşısında, ölümler, kıyımlar, kırımlar karşısında içi oynaması gerektiğini duyduğu halde gönlünden herhangi bir kıpırtı, herhangi bir ürperti geçmeyenler vardır: Bundan ötürü kaygı duyarlar. Kimi ise, herhangi bir şey duyması gerektiğini de düşünmez, herhangi bir şey de duymaz; bundan ötürü kaygılanmaz; kaygılanmayı da anlayamaz... Taş yürekli falan değildir bu insanlar; imgeleme güçleri, kendi dertlerinden, acılarından, gözle görülüp elle okunabildiklerinden ötesine erişmektedir, o kadar. Aynı kişiler, ağlayan bir çocuğun resmi karşısında, sıradan bir filim, bir öykü, bir oyun karşısında içlenir, üzülür, ağlar. İmgeleme güçleri, ancak bir tür somutluk karşısında canlanır, kıpırdar.
Yeni tanıdığı biriyle güzel, doyurucu sayılabilecek bir sevişmeden sonra 'bir daha ne zaman buluşalım?' sorusuna yanıt bulamayanlar vardır. Gözlerini kaçıranlar, bahane arayanlar... Karşılarındakinden hoşlanmışlardır; onunla 'yıldızlarının barışabileceğini' düşünürler de belki, düşünme çabası gösterecek olsalar. Ama o andan sıkıldıklarını, içlerinden utanca benzer bir yel esip geçtiğini duymakla yetinirler. Gerçek sıkıntıları, eksiklikleri ise belki de, gene, imgeleme yetilerinin yoksulluğu, düş güçlerinin kavruk kalmışlığıdır. Çiğnemeden yuttuğu bir yemekten sonra acıkabileceğini usundan geçiremeyen torlar gibidiler bunlar. Yaptıklarının tadına gereğince varacak, hakkını verecek durumda da değillerdir; istediklerini bilecek, birkaç saat ya da birkaç gün sonrasını öngörecek görcüleri de oluşmamıştır sanki.
Bir yaşam bilgisizliğidir bu. 'Bana dokunmayan yılan bin yaşasın' dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında -gizli de kalsa- bir 'oh olsun! Dikkat edeydi ya,' duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yoksulluğudur bu. Okunmasını öğrenmiş ama yaşamadığının farkına varamamışların, bir insanın birçok yaşamı yan yana sürdürebileceğini usu almayacakların yoksulluğudur bu; sokağa düşmenin, kötülüklerle burun buruna gelmenin kimi zaman biraz olsun azaltabildiği bir yoksulluk..." (s. 155 - 156)

1 Mart 2011 Salı

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı

"Yanlışlar alışkanlık, alışkanlıklar yanlış olunca daha mı kolay yaşanır sanki yanlışlığın alışkısını bile bile" (s. 81)